tag:blogger.com,1999:blog-86940906119665731642024-03-13T23:13:18.725-07:00Yüzleşme Gökçer Tahincioğlugokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.comBlogger119125tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-90730388063761016602022-04-11T08:01:00.002-07:002022-04-11T08:01:28.276-07:00<br /><div>Nurettin abiyi uğurlarken...</div><div><br /></div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh1I0uSrwKrWGQQ88d8PqAXo8aYb5RU929GS8lMgas7bK0fhOgzJmnA_T2UC1Ihg5M-pCwuTgSyUOfjUecojeuKUdK6UitBttCNKDMkDhOPnnGFptgdawMDlsClq9FOyateBdpXi3kkaF_3YL90xtU1odtqeG6UyYSjix2dbgVDi7YGhR3gPVTVkA/s341/278128633_726275875038613_3176423110686158955_n.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="341" data-original-width="337" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh1I0uSrwKrWGQQ88d8PqAXo8aYb5RU929GS8lMgas7bK0fhOgzJmnA_T2UC1Ihg5M-pCwuTgSyUOfjUecojeuKUdK6UitBttCNKDMkDhOPnnGFptgdawMDlsClq9FOyateBdpXi3kkaF_3YL90xtU1odtqeG6UyYSjix2dbgVDi7YGhR3gPVTVkA/s320/278128633_726275875038613_3176423110686158955_n.jpeg" width="316" /></a></div>Gazeteciler, özellikle de mesleğini sokakta yapanlar ölüm fikrini aklına getirmez. Hep başkaları ölür, hep başkalarının başına gelir, hep başkalarıdır kötüyü yaşayanlar.</div><div>Sen zamanın durduğu o noktada, kainatın tam merkezinde onların yaşadıklarını yazarsın sürekli. Ölüm, o kapıdadır, senin olduğun yere uğramaz.</div><div>Ben bu büyük yanılgının farkına, ölüm kapılarımıza erkenden geldiğinde varmıştım.</div><div>Hepimizin bir gün meslektaşlarımızın yazdığı küçük bir haberin öznesi olacağımız gerçeği de o zaman vurmuştu yüzüme.</div><div>Gazetelerin hep çıkmayacağının, o kalabalık ve coşkulu neşenin hep sürmeyeceğinin, yaşarken farkında olmadığımız günlerin en güzel günlerimiz olduğunun farkına da seneler sonra varmak zorunda kaldık topluca.</div><div>Şenlik dağılmıştı.</div><div>Varlığıyla ortamı bir anda aydınlatan kişinin, kısacık bir zaman sonra kalkıp gitmesi gibi kekremsi bir tat kalmıştı ağızlarımızda.</div><div><br /></div><div>Nurettin Kurt'u, Milliyet'e adım atıp da "hadi sen adliye muhabiri ol" dediklerinde, daha üniversite öğrencisiyken, 18'indeyken tanımıştım. </div><div>Demek ki o çok büyük ve deneyimli bulduğum yıllarda 32 yaşındaymış daha...</div><div>Adliyeye adım atıp da önemli bir duruşmanın, bir sorgunun olduğu herhangi bir mahkemeye adım attığınızda zaten mutlaka önce onları tanırdınız.</div><div>Nurettin Kurt ve Cemal Doğan.</div><div>Biri Hürriyet, diğeri Sabah gazetesinin muhabiriydi ve tam anlamıyla başa belaydılar. Adliyede herkesi tanır, her kapıyı açar, her deliğe girerlerdi mutlaka. Birbirleriyle de açıktan konuşulmayan müthiş bir rekabetleri vardı. </div><div><br /></div><div>Deneyimli gazetecilerin yeni muhabirleri alanda kabullenmeleri çok kolay değildir. Konuşmazlar, uzak dururlar, garipserler, alanın çok içine girmesini istemezler.</div><div>Nurettin abi öyle değildi, kendisine öyle doğal bir güveni vardı ki bir anda yapacağı işle sizi ortaklaştırırdı. Ortak bir iş yaptığınızda bile kendisinin bir adım önde olacağına hep<br /> emindi. Daha iyi fotoğrafı o çeker, daha önemli bilgiye o ulaşırdı. </div><div>Fotoğraf çekmenin yasaklandığı bir ortamda ne yapılması gerektiğini, habere ulaşmanın bütünüyle engellendiği bir ortamda farklı kaynaklardan o bilgiye nasıl erişeceğini, herkes aynı belgenin peşinde koşarken senin oturduğun yerden o belgeye nasıl ulaşabileceğini Nurettin abiden haber atlaya atlaya öğrendik hepimiz.</div><div><br /></div><div>Kırk yılda bir haber atlattığınızda kafası atmışsa adliyede yoğun mesai yapar, mutlaka alırdı intikamını... Ertesi gün adliye kafeteryasında gülerek anlatırdı nasıl fırça yediğini ve onu kızdırmamamız gerektiğini...</div><div>Bir grup çocuktuk hepimiz. </div><div><br /></div><div>Ölüm bazı insanlara yakışmaz, hayatla hemhal olmaları ve hayatın varlığını göstermek için onları seçmiş olmasıdır bunun nedeni. </div><div>Nurettin abi yaşamak demekti. Meslekten nasıl keyif alınacağını, hayatın her anında her saniyesinde mesleğin nasıl yapılabileceğini, bir yandan alabildiğine yaşarken hayatı bir yandan nasıl haberle haşır neşir olunacağını yaşayarak gösterdi bize.</div><div><br /></div><div>Hatıralarını kitaplaştırdığını söyleyip, taslağını, üzerinden geçmek için bana gönderdiğinde, gördüğümden de fazla ve görkemli bir gazeteci olduğunu daha iyi anlamıştım. Kitabında kaleme aldığı hatıraları yazış biçimi de kendisi gibi doğal, sanki herkes bütün bunları yaşıyormuş gibiydi.</div><div>Oysa birinde bir bombadan kaçış hikayesini anlatıyordu, bir diğerinde tarikat liderinin cenazesinde, binlerce kişi arasında iyi fotoğraf çekebilmek için tabutun kapağını nasıl kaldırdığını ve o sırada tabut yere devrildiği için kaçmak için hangi yolları kullandığını...</div><div><br /></div><div>Bu memlekette işini iyi yapsın ya da yapmasın hemen herkes sadece o işi yaparken yaşlandığı için bir parça kutsanır.</div><div>Ama bir de gerçekten "efsane" kavramının içini dolduranlar vardır. </div><div>Nurettin abinin bir gazetecilik efsanesi olduğunu adliye muhabirliği yapan herkes çok erken fark etmiştir.</div><div>Şenlik biteli çok olmuştu ama birilerinin orada bir yerde durduğunu bilmek bile umut veriyordu bir parça.</div><div>Şenlik gerçekten bitmiş, farkındayız artık hepimiz.</div><div>Bir ömrü birlikte tüketmiş, en güzel günlerini de geride bırakmışız.</div><div>Huzur içinde uyu Nurettin abi.</div><div>Yattığın yer incitmesin...</div><div><br /></div><div> </div><div><br /></div><div><br /></div><div><br /></div><div><br /></div><div><br /></div><div><br /></div><div> </div><div> </div>gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-66834759387885487782019-10-21T02:41:00.001-07:002019-10-21T04:43:09.365-07:00<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://1.bp.blogspot.com/-otaCIXSVOiQ/Xa19RbStrKI/AAAAAAAAzBU/ediUkSvuNEECVIB6EL62XyRc7cbD4KrbwCLcBGAsYHQ/s1600/DSC_0285.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="685" data-original-width="1218" height="179" src="https://1.bp.blogspot.com/-otaCIXSVOiQ/Xa19RbStrKI/AAAAAAAAzBU/ediUkSvuNEECVIB6EL62XyRc7cbD4KrbwCLcBGAsYHQ/s320/DSC_0285.JPG" width="320" /></a></div>
<br />
Kedi<br />
"Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk"<br />
<br />
Bazen yıkık dökük, viraneye dönmüş bir evin, bütün olana bitene rağmen ayakta olduğunu gösteren çiçekli balkonları gibidir bir varlık.<br />
Bir kedi misal.<br />
Artık nefes alamayacağınızı ve bundan sonra hiçbir sabahın bir diğerinden farklı olmayacağını hissettiğiniz anda bir büyük boşluğun bir tarafında otursun diye hayatınıza sokuluverir.<br />
Boşluk dolmaz, bir boşluğa sahip olanlar bunu bilir.<br />
Ve boşluk da bir kedinin umurunda değildir.<br />
Kendiliğinden halleri, karşılıksız sevme ve sevilme biçimi, yaşamı tırnaklarıyla kucaklama azmi, aptallığı, cesareti, merakı ve coşkusuyla, diğer kedilere benzeyen ancak hiçbirine benzemeyen bakışlarıyla size bir şey öğretir:<br />
Bir büyük boşlukla yaşamaya mahkum edilmiş olsanız da o kurak bahçenin etrafı güllerle çevrilebilir.<br />
<br />
Çetin Altan, kedilerin ölüm bilinci olmadığını söylerken, umursamaz hallerinden de bir sihir çıkartır.<br />
Ölüm bilinçleri olmasa da ölmeyecek gibi yaşayanlardan değildir kediler.<br />
Evrende kendilerine ayrılan yerin kıymetini sonuna kadar bilirler.<br />
Ve bir kediyi hafife almak, yok saymak, dışarıda tutmak da mümkün değildir çevrenizde bulunduğu zaman.<br />
Kediler, bağıra çağıra, yüzünüze vura vura değil, sakince, kendiliğinden, usulca, önemli olduklarını ve birbirinize iyi geldiğinizi size hissettirir.<br />
Kimsenin birbirine sahip olmadığını ama kalpten ait olabileceğini, sevgiye dair büyüleyici hikâyelerin gerçekten yaşanabileceğini, saatlerce sessiz ve düşünerek oturabilmenin kötü bir tarafı olmadığını, evrenin ancak hakikatle güzelleşebileceğini, gözünü gözünden ayırmadığında bakabilmenin gerçekten bir anlam taşıdığını, geçici bir hevesle değil emekle yaşaman gerektiğini.<br />
Her birini, hiçbir öğretme amacı olmadan yavaş yavaş size öğretir.<br />
15 yılda misal.<br />
<br />
15 yılın sonunda bir gece, sevdiğiniz tüm varlıklarla vedalaşma şansı olmadan ayrılma cezasına mahkum edildiğinizi ve her şeyin aynı şekilde olup bittiğini düşünüp kendinize acıdığınızda, kendinize çaresizce acımanın gereksizliğini, gelişi ve kalışı gibi gidişinin de sizinle ilgili olmadığını anlatır size.<br />
Su içtiği ve güzelliğini zerre önemsemediği etrafı çiçekli, bordo kabıyla, durmaksızın yemek konulmasını istediği aynı desenden, daha büyük ve gösterişli yemek kabını bir daha yerine konulmamak üzere kaldırırken, aklınıza anlar gelir.<br />
Avuç içi kadar olduğu, ürkekliğine rağmen cesaretle bulunduğu yeri kavramaya çalıştığı, biraz büyüdüğünde nedensiz biçimde sadece o sırada varlığından sıkıldığınız için dışarıda bırakılmasının adaletli olmadığını gösterdiği, yaşlandığında düştüğü, kalktığı ama vazgeçmediği anlar.<br />
Ağladığı, oynadığı, sessizce yanınıza oturup sabırla beklediği, hiç gitmeyeceğini anlattığı, hep böyle seveceğini söylediği, nefesiyle boşluğu çekilir kıldığı zamanlar.<br />
<br />
Bir varlığı ya da gidişini hafife alanlar, kendilerini aşırı önemsediklerinden olacak, kolay kolay duymazlar.<br />
Bir duvara, bir engele, bir yalnızlığa, bir savaşa, bir depreme, bir felakete kadar.<br />
Ama ektiğiniz tohum neyse, toprak da onu veriyor eninde sonunda size.<br />
Ve nihayetinde dünya bu kadar.<br />
Bir kedi bunları anlatır size.<br />
Bir kedi öldüğünde, ölüm kedilere yakışmadığından olsa gerek, onu uğurlarken daha çok anlarsınız...<br />
En yakın dostum Nemrut'u uğurladım, tam da fiilin anlamına uyan bir senede...<br />
Yol arkadaşlığı mühimdir; artık giderek kısalıyor yollar.<br />
Orada olduğunu bilmenin güvenini yitirdiğin zamanlar.<br />
Daha renksiz, daha sıkıcı, daha yalnız, daha korkak, daha çiçeksiz.<br />
Ama olduğunu, yaşadığını, sen yaşadıkça yaşayacağını anlatan bir rüzgar da var.<br />
Ve bilirsiniz, boşluk saydığınız ne varsa rüzgarlarda yaşar.<br />
<br />
<br />
<br />gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-68929043068802514172018-10-01T00:15:00.000-07:002020-03-10T00:21:57.771-07:00<br />
Dört küçük basamak<br />
<br />
Milliyet'in birkaç ay önce yeri değişen Ankara bürosuna 1997'de adım attığımda 22 yılımın burada geçeceğini elbette bilmiyordum.<br />
<br />
İflah olmaz bir Abdi İpekçi ve Milliyet tutkunu olan babamın kucağında, gazetenin manşetinden okumayı sökmeye çalıştığım zamandan itibaren benim için gazete demek, Milliyet demekti.<br />
Ve 19 yaşından itibaren dört küçük basamaktan çıkılarak girilen Aşağı Ayrancı'daki o binada, büyük bir hayat yaşadım. O basamaklar beni bazen büyük bir neşeye, bazen büyük bir özleme, bazen büyük bir tutkuya götürdü.<br />
<br />
Değerli ağabeyim ve meslek büyüğüm, bütün meslek yaşamım boyunca çok şey görüp öğrendiğim<br />
Fikret Bila'nın gözüne girmeye çalışarak ve galiba biraz da başararak stajyer olarak başladığım Milliyet'teki yolculuğumun sonuna geldim. Kendi isteğimle gazeteden ayrılıyorum.<br />
<br />
O binada 13 yıl -adliye-yargı muhabirliği, 3 yıl, hem meslek büyüğüm hem de dostum olarak çok şey öğrendiğim ve paylaştığım Haber Müdürü Serpil Çevikcan'ın yardımcılığını yaptım. Sonrasında da<br />
beş yılı aşkın bir süre haber müdürü olarak çalıştım.<br />
<br />
Stajyerliğim daha bitmeden hakkımda ilk dava açıldı. O davayı onlarca dava izledi meslek hayatım boyunca. DGM, özel yetkili mahkeme, asliye ceza. Hepsinden beraat ettim. Haber, Türkiye'de hep yargılanma nedeniydi.<br />
<br />
O bina, bizim ikinci evimizdi.<br />
<br />
Orada neredeyse tamamı stajyer olarak Milliyet'te başlayıp, büyüdükçe Türkiye'nin en iyi gazetecileri arasına giren onlarca arkadaşımla birlikte birçok zorluğu göğüsledik. Hemen hepsi ailemin birer parçası olmaya devam edecekler.<br />
<br />
Milliyet'teki haberlerimle; ÇGD Rafet Genç Haber Ödülü, ÇGD İzzet Kezer Fotoğraf Ödülü, Metin Göktepe Yılın Gazetecisi, Musa Anter Yılın Haberi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yılın Haberi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Özel Ödülü ve Abdi İpekçi Yılın Haberi-Gazetecisi ödüllerini kazandım. Her birini büyük onurla saklıyorum.<br />
<br />
Mesleğe en sıkıldığım anda devam etmemi sağlayan en büyük ödülüm ise haksız biçimde tutuklanan çocuklarının haberim sayesinde tahliye olduğunu söyleyerek, benim için turşu yaptığını söylemeye gelen teyzenin sözleriydi.<br />
<br />
Hayata Dönüş katliamından, Ulucanlar katliamına, Birtan Altınbaş'ın işkencede öldürülmesi haberlerinden, değerli ağabeyim ve meslek büyüğüm Tolga Şardan'la birlikte yazdığımız MİT-Alaattin Çakıcı-Yargıtay Başkanı ilişkisini gösteren haberlere, Ergenekon soruşturması başlarken, o dönem Vatan gazetesinde çalışan Kemal Göktaş'la aynı gün yazdığımız "Bütün Türkiye izleniyor" haberinden , Engin Huylu'nun cezaevinde öldürülmesine kadar, büyük bölümü Milliyet'in manşetinden verilen, gurur duyduğum haberler yazdım.<br />
<br />
"Yüzleşme" köşesini yazmaya başladığım andan itibaren de hep yapmaya çalıştığım gibi duyulmayan seslere aracılık etmeye gayret ettim. Ne kadar başarabildim bilmiyorum ama samimiyetle yapmaya çalıştım.<br />
<br />
Gazeteden kendi isteğimle ayrılıyorum. Soranlar için belirteyim, bu ayrılığın dün yayımlanan, "Ben affetmiyorum" yazısıyla en ufak bir bağlantısı yok. Ayrılık önceden kesinleşmişti ve benim için çok önemli bu yazıyı, ayrılığım kesinleşmesine rağmen yazmama izin verdikleri için teşekkür ederim.<br />
<br />
Dört küçük basamağı her gün umutla tırmanarak girdiğim binadan ayrılmamızdan çok önceden başlayarak, sektöre ve bulunduğum yere ilişkin iyimser umutlarım da orada bulunmanın anlamı da yavaş yavaş kaybolmuştu benim için. Kalbimin "git" diyen sesini dinlemek istedim. Bugün, yıllarca omuz omuza çalıştığımız Türker Karapınar da gazeteden kendi isteğiyle ayrılıyor. Binadan birlikte çıkıyor olmak güç veriyor bana.<br />
<br />
Bu güzel yolculukta bana okumayı sevdiren babam, geceler boyu yolumu bekleyen annem, kardeşim Gökhan, yeğenim Kerem, onlarca dostum da vardı. Zamanlarından çok çaldığım, bütün meslek hayatım boyunca en az benim kadar yorulan Nevin ile daha 4-5 yaşındayken "gazeteyi kapat da gel artık" diye defalarca beni arayan oğlum Ulaş Doğu'ya ayrıca teşekkür ederim. Biriktirebildiğim ne varsa, onların emeği de benimki kadardır.<br />
<br />
Üzerimde emeği olanlara, destek verenlere, yoldaşlık edenlere de binlerce kez teşekkür ederim.<br />
Kırdığım, üzdüğüm, bilmeden canını acıttığım kim varsa özür diliyorum.<br />
<br />
Milliyet benim için "hayat" demekti ve burada çok değerli gazeteciler, büyük bir emekle çalışmaya devam ediyor.<br />
<br />
Benim için yolculuğun bu kısmı bitti. Kalan kısmı umarım iyi geçer.<br />
<br />
Umarım geçilen durakları ve ışıkları hüzünle izlediklerimizden değil, kentleri bütün sokaklarına kadar içimize çekebildiğimiz, şimdi olduğu gibi, daha bittiği an özlediğimiz yolculuklardan olur.<br />
<br />
<br />
<br />gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com38tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-84595044501461442542017-10-02T00:39:00.001-07:002017-10-02T00:39:16.648-07:00<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Perde kapanmasın<br />
<br />
Numune Hastanesi'nin önünde mahkum yakınları bekleşiyordu.<br />
"Benim çocuğum yaralı mı, bir şeyi var mı?"<br />
Avukatlardan biri, uzaktan görüp tanıdığı babaya bağırdı, "Ali, Ali..."<br />
Avukat, o babanın çocuğunun Ulucanlar Cezaevi'ne düzenlenen operasyonda öldüğünü biliyordu.<br />
Baba, oğluyla ilgili iyi bir haber alabileceği umuduyla koşarak geldi:<br />
"Burada bekleme, Adli Tıp'a git istersen..."<br />
Oğlunun cenazesini ancak 3 gün sonra alabilecek, gece vakti defnedebilecekti.<br />
1999 yılının Eylül ayındaki o operasyondan çok değil 2 yıl sonra, Numune Hastanesi'nin bahçesi yine tutuklu ve hükümlü yakınlarıyla, mahkum koğuşunun önü jandarmayla doluydu.<br />
Hayata Dönüş adı verilen ancak gerçek adının Tufan olduğu ortaya çıkan cezaevi operasyonlarından sonra, "Ne açlık grevi, hepsi yiyorlar" denilen mahkumlar, eylemlerini F tiplerinde de sürdürmüş, birçoğuna zorla müdahale edilmişti.<br />
Zorla müdahalenin sonuçlarını kimse doğru düzgün bilmiyordu, ne doktorlar, ne mahkumlar, ne yakınları.<br />
Öğreneceklerdi, kötü bir biçimde.<br />
300'e yakın gün açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerini sürdüren ve zorla müdahale edilen hükümlü ve tutuklular, birer birer rahatsızlandı.<br />
Kimi yaşamını yitirdi, kimi Wernicke Korsakoff'a yakalandı.<br />
<br />
<a name='more'></a><br /><br />
* * *<br />
<br />
Şimdi, yine bir Eylül ayında, yine Numune Hastanesi'nin önünde bekleşiyor insanlar.<br />
KHK ile mesleğinden ihraç edilen, Yüksel Caddesi'nde başlattığı "bekleme" eylemi sonuç vermeyince Semih Özakça ile açlık grevine başlayan, bu süreçte "örgüt bağı" keşfedilerek tutuklanan, buna rağmen eylemini cezaevinde sürdüren Nuriye Gülmen için bu kez.<br />
Daha birkaç ay önce, "Ne açlık grevi, akşam yiyorlar" denilen Gülmen, sağlık durumunun kötüleştiği, kilo kaybının fazla olduğu gerekçesiyle cezaevinden Numune Hastanesi'ne sevk edildi.<br />
Yakınları zorla müdahale edilmesinden endişeli.<br />
Gülmen, zorla müdahale edilse bile sonrasında eylemini sürdüreceğini söylüyor.<br />
Deneyimler, bu durumda en iyi ihtimalle Wernicke Korsakoff'a işaret ediyor.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Sadece, benzer eylemlere kapı açılmasın diye Gülmen ve Özakça'nın dosyaları aylarca ele alınmadı.<br />
Hoş alınsa da devletin "masumiyet karinesini" bir kenara bırakıp, terör bağlantılarını kanıtlamak için haklarında kitap bastırmasıyla Gülmen ve Özakça için nasıl bir karar verilebileceği de ilan edilmiş gibiydi.<br />
Haklarındaki davanın önceki duruşmasına getirilmediler.<br />
Bir de üzerine, "duruşmaya gelmediler" denilerek tutanak düzenlendi.<br />
İtirafçılar üzerinden suçlama alışkanlığı yine sürüyordu.<br />
Geçtiğimiz perşembe yapılan duruşmaya ise Gülmen getirilmedi.<br />
Özakça ise duruşmada "kararı verin, perde kapansın" dedi.<br />
Duruşmadan çıkan kararlar elbette sürpriz değildi.<br />
İster terörist olarak görün, ister mağdur, ister sadece insan.<br />
İster açlık grevi eylemine karşı olun, ister insanlık dışı bulun, ister destekleyin.<br />
İster eylemi bırakmaları gerektiğini düşünün, ister tam aksini.<br />
Söz de karar da artık bedenlerinin son gücüyle işlerini istemeye devam eden Gülmen ve Özakça'nın<br />
İşleri için açlık grevine başlayan iki genç ölüyor.<br />
OHAL Komisyonu'ndan gelen tek yanıt; "yanıt yok."<br />
En azından bu iki ismin özel durumu nedeniyle dosyaları ayrılabilir, bir zemin yaratılabilir.<br />
Kamuoyundan gelen çağrılar dikkate alınabilir.<br />
Zorla müdahalenin, inatlaşmanın sonuçlarını yaşadık.<br />
Ailelerle bir kez kurulan ve sonradan hemen kesilen diyalog sürdürülebilir.<br />
Gülmen ve Özakça, binlerce insan gibi basit bir soruya yanıt arıyorlar: "Neden ihraç edildik?"<br />
Bu yanıt verilerek, hakka hukuka uygun davranmak ne kadar güç olabilir?<br />
"Bu insanlar aylardır açlık grevinde, barışçıl ve haklı taleplerine ne zamana kadar sessiz kalınacak?" diyenler sonuna kadar haklı.<br />
Perde kapanmasın, hala çok geç değil.<br />
Yaşamın asıl olduğunu gösterecek adımlar atılabilir.<br />
<br />
<br />
<br />gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-10362961416730874052017-06-30T00:23:00.002-07:002017-06-30T00:23:29.353-07:00<br />
Gülmen-Özakça dosyasında "sehven" tartışması<br />
<br />
Polis de savcı da mahkeme de önceden bilmiş<br />
<br />
GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
KHK ile ihraç edildikleri mesleklerine geri dönebilmek için açlık grevine başlayan ve tutuklanarak konuldukları cezaevinde eylemlerini sürdüren akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça ile ilgili yargı sürecinden gariplikler çıktı. Gülmen ve Özakça'nın 23 Mayıs'ta mesai saatinden sonra tutuklanmalarına rağmen, henüz tutuklama kararı verilmeden başka suçtan yargılandıkları mahkemenin "başka suçtan tutuklu sanıklar" ifadesini tutanağa geçirdiği anlaşıldı. Mahkeme, bu durumu "sehven" yazıldı diye açıklamasına rağmen, müzekkereleri ce bu şekilde hazırladı. Söz konusu davanın resmen 23 Mayıs'ta açılmış olmasına rağmen Ankara Emniyeti'nden 2 gün önce gelen yazıda, davanın esas numarasının yer aldığı da anlaşıldı. Gülmen ve Özakça, bu dava gerekçe gösterilerek 2 gün sonra tutuklandı.<br />
<br />
<br />
<a name='more'></a><br /><br />
Gülmen ve Özakça hakkında iki ayrı yargılama süreci yürütüldü. Öncelikle Yüksel Caddesi'ndeki eylemleri nedeniyle Gülmen, Özakça ve Acun Karadağ hakkında iddianame hazırlandı. İddianame, mahkemeye gönderildi ve resmen davanın açılmış sayılması için kabul edilip edilmeyeceği beklenmeye başlandı. Bu süreç devam ederken Gülmen ve Özakça yeniden gözaltına alındı ve başka bir esas numarası üzerinden soruşturulmaya başlandı. Bu kapsamda 23 Mayıs'ta adliyeye çıkartılan Gülmen ve Özakça, mesai saatinden sonra tutuklandı.<br />
Tutuklama kararının mesai saatinden sonra verilmesine rağmen "bilindiği" anlaşıldı. Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi, açılan ilk davayla ilgili tensip zaptını, 23 Mayıs'ta mesai saati dolmadan hazırladı. Henüz Gülmen ve Özakça tutuklanmadan önce hazırlanan tutanakta, iki isim için, "Başka suçtan tutuklu" ifadesi kullanıldı. Mahkeme, Karadağ için bu ifadeyi kullanmadı. Mahkeme, ertesi gün de davayla ilgili müzekkereyi bu tutanak doğrultusunda hazırladı.<br />
Gülmen ve Özakça ile ilgili bu süreci polisin de önceden bildiği anlaşıldı. 21 Mayıs'ta savcılığa yazılan "arama ve el koyma" talep yazısında, iki ismin Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı belirtildi ve davanın esas numarası tutanağa yazıldı. Ancak o tarihte, henüz iddianamenin incelenmesi sürecinin devam ettiği, davanın hukuken ve resmen açılmamış olduğu anlaşıldı.<br />
<br />
İtiraza "sehven" yanıtı<br />
<br />
Gülmen ve Özakça'nın avukatları, emniyetin söz konusu yazısının ve mahkemenin söz konusu iddianameyi kabul kararının, mesai saatinden sonra tutuklanan Gülmen ve Özakça hakkındaki kararda etkili olduğunu iddia etti. Gülmen ve Özakça'nın tutuklanma gerekçelerinden birinin, haklarında dava açılmasına rağmen eylemlerini sürdürmeleri olduğunu belirten avukatlar, hem mahkemenin hem de polisin tutuklama kararını önceden bildiklerine bu evrakları kanıt gösterdi.<br />
19. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki hakim için "reddi hakim" talebinde bulunan avukatlara, mahkemeden, "başka suçtan tutuklu' ifadesi tutanağa sehven yazılmıştır" yanıtı geldi. Avukatlar ise taleplerinin reddi üzerine itiraz dilekçesi hazırladı ve hem mahkemenin tutanağındaki, hem polis tutanağındaki tarihleri göstererek, tüm bunların sürpriz olamayacağını, tutuklama kararına altyapı oluşturmak için hareket edildiğini öne sürdü. İtirazı üst mahkeme değerlendirecek.<br />
<div>
<br /></div>
gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-43658438566972899802017-02-13T00:34:00.002-08:002017-02-13T00:34:26.997-08:00<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Ölü bombacı aranıyor!<br />
<br />
Türk Dil Kurumu'na göre "iltisak" "kavuşma, bitişme, birleşme" anlamlarına geliyor.<br />
Kim kiminle kavuşuyor belirsiz ama TDK'nın sitesine göre milyonlarca kez anlamı sorulan sözcük için günlük arama rakamı binleri bulmuş.<br />
KHK'da ise şöyle geçiyor:<br />
"..Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen..."<br />
"Olduğunun değerlendirilmesi" oldukça geniş bir çerçeve.<br />
Kanıt varsa mensubiyet değerlendirmesi kolay.<br />
"İltisak veya irtibatın" içini doldurmak ise niyet işi.<br />
<br />
* * *<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
İşte tartışmalı ihraçların nedeni de bu niyet.<br />
Zaten adli ve idari soruşturma konusu yapılmış bir bildiriye imza atıldığı için 40 yıllık emekler yok sayılabiliyor, basın açıklaması nedeniyle bütün haklar ortadan kaldırılabiliyor, Başbakanlık genelgesine rağmen soyut bir şikayet dilekçesi esas alınarak insanların yaşamı elinden alınabiliyor.<br />
Ne "himmetle", ne "şiddetle" en ufak bağı olmamış insanlar bunlar.<br />
OHAL ilanından sonra, merkez, haklı biçimde, personeli daha iyi tanıyan kurum amirlerini araştırmalarla yetkili kılıyor.<br />
Ama rektörlük seçiminde destek isteyip bulamayan, sözünün yeterince dinlenmediğini düşünen kimi rektörler, personelin gözünü-kaşını sevmeyen kurum amirleri, rekabete girdiği isimler hakkında yıllarca neden arayıp bulamayan yetkili müdürler ya da kripto FETÖ'cüler bu yaklaşımı sulandırıyor.<br />
Yapılan listelerin süçgeçten geçirilmemesiyle başlıyor mağduriyet:<br />
"İltisaklı..."<br />
Dünyanın tanıdığı, 2004'te Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanlığı yapmış anayasa hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu'ndan "terörist" yaratılmaya çalışılıyor.<br />
12 Eylül'e, 28 Şubat'a da karşı çıkmış isimlerden.<br />
Cem Kaptanoğlu, Ümit Biçer, Nur Betül Çelik, Funda Başaran, Ülkü Doğanay, Gülseren Adaklı, Sevilay Çelenk, Murat Sevinç'ten, 82 yaşındaki Öget Öktem Tanör, Aylin Aydoğan, Pınar Ecevitoğlu, Tezcan Durna'dan...<br />
AİHM kararıyla haklı bulunan eyleme katıldığı için ihraç edilen öğretmenlerden.<br />
Hakkında tek bir suçlama bulunmayan, zaten mağdur, Veli Saçılık gibi kamu görevlilerinden.<br />
FETÖ ile mücadelenin de içini boşaltan, polemik konusu olayları ihraç nedeni haline getirenleri araştırmak şart.<br />
Zira yapılanlar "yaranma" boyutunu aşıp, suçunu gizleme boyutuna evrilmiş durumda.<br />
Bu araştırma yapılırken, diğer yandan mağduriyetlerin 3-5 tanınan ismi geri alarak, sadece son KHK'ya bakarak değil, eşit-adil ve en hızlı biçimde giderilmesi gerekiyor.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Bazen kolayca kurulabilse de "iltisak" bazen ne kadar ararsanız arayın "bulunamıyor."<br />
20 Haziran 2015'te Suruç'ta 34 kişinin ölümüyle sonuçlanan canlı bomba saldırısıyla ilgili iddianame olaydan 19 ay sonra tamamlanabildi.<br />
İddianameye göre saldırıyı IŞİD adına gerçekleştiren sorumlular şunlar:<br />
* Halil İbrahim Durgun: 14 Kasım 2015'te evine yapılan baskında üzerindeki bombayı patlatarak öldü.<br />
* Yunus Durmaz: 19 Mayıs 2016'da evine yapılan baskında üzerindeki bombayı patlatarak öldü.<br />
* İlhami Balı: IŞİD'in eski Türkiye sınır emiri. Rakka'da olduğu sanılıyor.<br />
* Deniz Büyükçelebi: Balı'nın yardımcısı, Suriye'de öldüğü sanılıyor.<br />
* Şeyh Abdurrahman Alagöz: Canlı bomba. Saldırıda öldü.<br />
* Mehmet Kadir Cebael: 16 Ekim 2016'da evine yapılan baskında üzerindeki bombayı patlatarak öldü.<br />
* Yakup Şahin: Ankara Garı'nda 101 kişinin öldüğü canlı bomba saldırısı davasının sanığı. Yaşayan, eldeki tek sanık.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Diyarbakır'daki HDP mitingi saldırısı, Suruç saldırısı, Gar saldırısı, Taksim saldırısı dosyalarını birlikte okuduğunuzda ise "kurulamayan" iltisaklar ortaya çıkıyor.<br />
İlhami Balı'nın telefonları 2015 başından itibaren dinleniyor ama Gaziantep'teki bağlantılarına operasyon yapılmıyor.<br />
Deniz Büyükçelebi'nin 3-11 Ekim 2015'te Türkiye'ye geldiği ve yakalanamadığı görülüyor.<br />
IŞİD adına insan öldürürken çekilen görüntüleri elde edilen Ahmet Güneş serbest bırakılıyor, kardeşi Gar saldırısına imza atıyor.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Fırat Kalkanı Harekatı'nan başlatılmasına da gerekçe gösterilen, Gaziantep'teki kına gecesine yönelik 20 Ağustos 2016'da gerçekleştirilen canlı bomba saldırısının talimatını da Cebael'in verdiği belirtiliyor.<br />
Bağlantıları ise Cebael 16 Ekim 2016'da kendini patlattığından "çözülemedi."<br />
Emniyetten, Gar davasına bakan mahkemeye gönderilen evraka göre ise hayatta...<br />
Emniyet yazısında, koordineli çalışmalar sonunda Cebael'in Gaziantep'te ikamet ettiğinin anlaşıldığı, Ankara'da ise şahsı tanıyan ve bilenin olmadığı, bu yüzden yakalanamadığı belirtiliyor.<br />
Cebael ile ölümü arasındaki "iltisak" dahi bulunamıyor.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Suruç aydınlatılsa Gar, Gaziantep, Taksim saldırıları önlenebilecekti.<br />
IŞİD "nedense" saldırıların hiçbirini üstlenmedi.<br />
Bağlantılar da kurulamadı.<br />
İddianame ise mağdurları suçlayan "iltisakla" başlıyor.<br />
"Suruç'ta saldırıya uğrayanların, yasadışı örgütün legal gençlik yapılanması organizesinde toplandığı..."<br />
"İltisak" gariplikleri, adaletin ve koca bir ülkenin önünde duruyor.gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-64936112205150795042017-01-03T01:48:00.002-08:002017-01-03T01:50:05.308-08:00<br />
<br />
Feci namussuz bir şey: Linç<br />
<br />
GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Tanıl Bora ve Levent Cantek tarafından derlenen, İletişim'den çıkan "Vur Ulan Vur!-Linç Öyküleri" kitabını okurken, linçle somut olarak nerede tanıştığımı düşündüm.<br />
"Provokasyon" sözcüğünün içi benim açımdan ilk olarak Hayata Dönüş katliamından hemen önce dolmuştu.<br />
2000 yılında, Türkiye, en sıcak yazlarından birini geçiriyordu.<br />
Cezaevlerinde, F tipi cezaevlerinin açılmasını önlemek için açlık grevi ve ölüm oruçları gerçekleştiriliyor, mahkumlar adım adım ölüm sınırına yaklaşıyordu.<br />
Günlerdir gergin bir bekleyiş içinde olan mahkum aileleri Kızılay'daydı.<br />
Maksatları Adalet Bakanlığı'na yürümek, taleplerini iletmek ve olası bir operasyonu engellemekti.<br />
Ortam gergin, çok gergindi.<br />
Daha bir gün önce İstanbul'da polis aracına saldırı olmuş, 2 polis yaşamını yitirmişti.<br />
Polislerin cenazesinde onlarca polis silahlarını havaya kaldırarak yürümüş, kendi müdürlerini "elimizi rahat bırak" diyerek protesto etmiş, sloganlar atmıştı.<br />
Her şey ama her şey alışılmadıktı.<br />
<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Ankara Kızılay'daki o günkü hava da.<br />
İşte o hava, kısa sürede etkisini gösterdi. Bir anda polis, bakanlık önüne yürümek isteyen ailelerin arasına girdi. Coplarla anneler, ablalar, kardeşler dövüldü.<br />
Ancak alışılmadık bir hal de vardı.<br />
Dövülenler yerlerde kalıyor, gözaltına alınmıyor, polis dayaktan sonra alandan çekiliyordu.<br />
Yerlerde kalanlar ayağa kalkıyor, kendilerini destekleyen grupların yanına gidiyordu yavaş yavaş.<br />
O gruplardan kısa süre sonra taşlar atılmaya başlandı.<br />
Kızılay'da, emsaline az rastlanır bir çatışma başladı.<br />
O esnada garip bir şey oldu.<br />
Bir anda ailelerin ve gençlerin bulunduğu yere doğru yönelen, sivil bir grup, "Ulan bu vatan hainlerine mi bırakacağız meydanı?" diyerek bağırmaya başladı.<br />
Ellerindeki kasaları, taşları o tarafa atıyor, diğer esnafı ve duraklarda sıkışmış kalmış kişileri de müdahale etmeye çağrıyorlardı.<br />
Alanda bir anda taraftar grupları, bir anda kalabalık esnaf grubu, bir anda "hassas" gençler birikti.<br />
Bir köşeye sıkışmış aileler, bir binaya saklanmış gençler büyük bir kalabalığın ortasındaydı.<br />
Saatler sonra darp edildikten, girdikleri binada yaptıkları acemi barikatlar aşılamadığından linçten kurtarıldıktan sonra gözaltına alınanlar da onlardı.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Sonra Madımak katliamı duruşmalarındaki o manzarayı gördüm.<br />
Sonra Romanlar'ın hem linç edilip hem yurtlarından edildikleri Selendi davası.<br />
Linç, öyle kendiliğinden, aşırı hassasiyetten, duyguların bir anda topluca kabarmasından olmuyordu.<br />
Birileri planlıyor, birilerini çağırıyor, birlikte yaşama kültürü o an ayaklar altına alınıyor ve sonsuz bir nefret, çıplak bir şiddetle mağdur başbaşa kalıyordu.<br />
Başbaşalığı, hakkını sonradan aramak isterken de sürekli karşısına çıkıyordu.<br />
Son olarak HDP'nin Alanya'daki binalarının yakılıp yıkılmasına, HDP'li esnafların dükkanlarına saldırılmasına ilişkin dosyayı Milliyet'te haberleştirirken de manzara aynıydı.<br />
Yıkılacak adresler, aylar önce daha küçük bir protesto gösterisinin içine sıkıştırılan hırsızlık sonucu saptanmış, "o gece" önceden edinilen tüm adreslere gidilmişti.<br />
"Linç Öyküleri" de esasen Alanya'ya kardeş bir olaydan, Kırşehir'de yine HDP binalarına yönelik saldırı yapılırken yıkılıp yakılan bir kitapçıdan hareketle hazırlanmış bir derleme.<br />
Bora Abdo, Oya Baydar, Gaye Boralıoğlu, Pelin Buzluk, Behçet Çelik, Veysi Erdoğan, Mehmet Eroğlu, İlban Ertem, Hakan Günday, Akif Kurtuluş, Pınar Öğünç, Yıldız Ramazanoğlu, Mine Söğüt, Yalçın Tosun, Ahmet Tulgar gibi birbirinden değerli çizer-yazarların, hakikaten okurken akıp giden, sonunu merakla beklediğiniz kıymetli öyküleri var kitapta.<br />
Otobüste linç mağduru ile lincin aktörünün karşılaşmasından, linç edilenin "uluslararası basında yankı bulması" nedeniyle soruşturulmasına, linç edilenin mallarının gaspından, bin yıllık komşuların birbirine nasıl düştüğüne, lincin aktörlerinin linç sonrası meraklarından, lincin mağdurlarının linç sonrası duygularına kadar uzanan edebi değeri de yüksek hikayeler.<br />
Linç kültürünün oluşumu, sonrası, aktör ve mağdurlarının duyguları farklı yazarların öykülerinden sızıyor, "öteki" olmanın o acımasız yalnızlığını, gündelik hayatı ve yaşamın olan bitenden nasıl etkilenmediğini de anlatıyor.<br />
Ancak her biri ayrı tat bırakan öyküleri okurken şunu düşünmeden de edemiyorsunuz; Peki linç anında, o anda neler oldu?<br />
Esasen o yakıcı soruya da kitabı derleyenler yanıt veriyor önsözde.<br />
Bora ve Cantek'in kaleme aldığı bölümde, "Hikayeleri toparlarken şunu fark ettik: Kimse uzun uzadıya anlatmıyor, kısa yazmak istiyor ve çoğu yazar doğrudan doğruya linçi resmetmiyor, dolaylı olarak 'konuşuyordu'...Hikayeleri okurken bizim hissettiğimiz şu oldu; debdebesi, harareti, hezeyanı sürerken linçi anlatmak hakikaten zordu, mağdurlara yakınlık duyan, onların dili olmak isteyen "yazara", ıslandıkça ağırlaşan paçavra misali ağır gelmişti..."<br />
Bunca linç öyküsüne tanıklık ederken bir de öyküsünü anlatabilmek hakikaten güç iş.<br />
Bunca taraflara savrulmuşken herkes, bunca takım tutar gibi yorumlarken "adaletsizlik öykülerini", bir tarafında durup da hayatın olan biteni öyküleştirmek.<br />
"Linç Öyküleri" yine de resmediyor linçi, hakikatli yazarlarının öyküleri "dolaylı" olsa da ağır.<br />
Linçi Kerim Korcan'ın öyküsündeki kahramanın sözlerine atıfla "Feci namussuz bir şey" olarak tanımlayan Bora ve Cantek'in önsözdeki temennisiyle bitirelim:<br />
"Başka zamanlar dedik. Umarız gelecekte bugünlere, 'güzel günlermiş, sonraları daha neler neler oldu' diyen çıkmaz."<br />
Umarım çıkmaz ve olan biteni doğrudan anlatabilmekle yetinebiliriz.<br />
* Milliyet Kitap'ta yayımlanmıştır.gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-86589751098064573432017-01-01T22:10:00.002-08:002017-01-01T22:10:48.960-08:00YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
İyi bir yıl ve "parrhesia"<br />
<br />
Ankara, kar altında "temiz" gözüküyor.<br />
Cinayetlerin, saldırıların, bombaların kirlettiği caddelerin üzeri kar.<br />
Haber bültenlerinde "Ankara'nın yüksek kesimleri" diye özetlenen semtlerin birinde, düşmemek için lastik izlerinden yürüyor insanlar.<br />
Çocuk annesine soruyor, elini sıkı sıkıya tutmuş.<br />
"Ne dileyelim yeni yıldan anne."<br />
"Dilemeyelim" diyor annesi, "ne zaman bir şey dilesem, daha kötü geçti yıl."<br />
Anlamıyor çocuk elbette.<br />
Annesi biraz pişman tutamadığı için kendisini:<br />
"Dileyelim, hadi bir şey dileyelim."<br />
<br />
<a name='more'></a>* * *<br />
<br />
Antik Yunan'dan günümüze miras bir kavram "Parrhesia".<br />
Durgun sularda değil, tam da deniz dalgalıyken, tekneden atılma, dışlanma, kapatılma risklerini de göze alarak hakikati söylemek olarak özetlenebilir belki kavram.<br />
En zor zamanlarda, doğru bildiğini, gerçekliğine yürekten inandığını bütün risklere rağmen dile getirmek.<br />
Antik Yunan'da Sokrates, "parrhesiastes" olduğu, yani inandığını yürekten savunduğu için idama mahkum edildi.<br />
Diyojen'in "deli" denilerek toplumdan dışlanmasının sebebi de benzerdi.<br />
Bugüne isimleri ve ödedikleri bedelin kazandırdıkları kaldı.<br />
Platon'a göre en iyi yönetilen toplum için bile "parrhesia" gerekliydi.<br />
Öfkelendirse ya da hakarete uğramış hissettirse bile.<br />
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, "şoke edici olsa da fikirlerin özgürlüğü" içtihadının temeli, bu yüzden bir anlamda "parrhesia" tarafından atıldı.<br />
Belki işte o "parrhesiastes"ler bir dilekte bulunmalı ve haykırmalı hepimize.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Yeni yıl için bir şey dileyelim.<br />
En basit yolu, yaşadıklarımızı bir daha yaşamamayı dilemek sanırım.<br />
Ocak'ta Sultanahmet'te canlı bomba saldırısında 10 kişi can verdi, Şubat'ta Ankara Merasim Sokak'ta 29 kişi.<br />
Mart'ta Kızılay'da otobüs durağında patladı bomba, 38 insan yaşamını yitirdi.<br />
Yine Mart'ta bombalı saldırıyla İstiklal'de 5 kişi.<br />
Mayıs'ta Tanışık köyünde bomba dolu kamyonun patlamasıyla ölen 14 kişinin boş tabutlarıyla yapıldı cenaze törenleri.<br />
Haziran'da, Atatürk Havalimanı saldırısında 44 kişi hayatını kaybetti.<br />
Temmuz'da, kentlerin üzerine bombalar yağdırıldı, 246 kişi sokaklarda can verdi.<br />
Ağustos'ta, Gaziantep'teki kına gecesinde patlayan bombada 54 kişi.<br />
Kasım'da, Aladağ'daki yurt yangınında 12 küçük kız yanarak öldü.<br />
Aralık'ta Beşiktaş'ta 45, Kayseri'de 14 kişi yaşamını yitirdi.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
İnsanların servislere bindiğinde sadece o gün uğradığı küçük bir haksızlığı ya da büyük bir hoşluğu soğuktan birazı buzlanmış, birazı buğulanmış cama başını dayayarak düşünebildiği bir Şubat dileyebiliriz.<br />
Durağa giderken ablasına "birazdan otobüse biniyorum" diyen çocukların, otobüse binip, inmek istediği yerde inebilmelerini.<br />
Bütün doğanın gürül gürül hayata aktığı Mayıs'ta sadece yaşamı konuşmayı.<br />
Kavuşmak için havaalanına gidenlerin, kavuşmalarını.<br />
Temmuz'un tank ve uçakla değil, herkesin gidebildiği tatillerle anılmasını.<br />
Düğünlerin yorgun bir mutlulukla sonlanmasını.<br />
Kız çocuklarının "namuslarını korumak" için yurtların yangın çıkışlarının kilitli bırakılmadığı, kocaman gülüşleriyle hayatı var ettikleri bir yaşamları olmasını.<br />
İnançların değil, hakkın ve liyakatın esas alındığı, üzerimize kurşun ve bomba yağdırmayacak devlet memurlarının, halk için görev yapmasını.<br />
Adaleti sloganlara, ezberlere, önyargılara ve yok etmeye odakladığınızda yaşanabilecek ne varsa yaşadık.<br />
İfade özgürlüğünün, "böyle dedi, çürümesi gerekir" olmadığını, adaletsizliği gördüğümüz yerde karşı çıkarak adaleti bulabileceğimizi anladığımız bir yılı dileyebiliriz pekala.<br />
Suçsuzluğuna kefil olduğumuz insanların, hayatları yok edenlerle bir tutulmamasını, mektuplarını cezaevlerinden değil, sıcak evlerden yazmalarını.<br />
Akademisyen Nuriye Gülmen'in ve gerçek akademisyenlerin işsizleştirilmesine karşı yaptığı barışçıl eylemlerle değil, bilimsel çalışmalarıyla gündeme gelmesini.<br />
Veli Saçılık'ın yeniden mağdur edilmesini değil, başarı hikayesini dinlemeyi.<br />
Ahmet Şık ve gerçek gazetecilerin, gazetecilerin suç işleme özgürlüğü olduğu için değil, yaptıkları gazeteciliğin suç olmaması nedeniyle özgür kalmasını.<br />
Tahammülü ve bambaşka bir dili.<br />
Basit esasen; hayatın adaletli ama olanca rutinliğinde akmasını dileyebiliriz.<br />
Pek çok kar yağmalı üzerimize.<br />
Umudu büyütmeli sonra da anlatmalıyız o güzel hikayeleri<br />
<br />gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-79617338155629252512016-12-13T06:15:00.001-08:002016-12-13T06:15:44.135-08:00<br />
<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
"Aynı gökyüzü, aynı keder"<br />
<br />
İstanbul'da birkaç gün önce, çocuğuna hasret bir anne toprağa verildi.<br />
Asiye Karakoç, 1995'ten bu yana sürdürdüğü adalet mücadelesinin sonucunu göremeden hayata veda etti.<br />
Tıpkı, oğlunun işkencede öldürüldüğü TBMM raporuyla kanıtlanmasına rağmen ne kemiklerini ne de katillerini göremeden yaşama veda eden Berfo Kırbayır gibi.<br />
Çocukları geldiğinde yolu bulabilsin diye taşınmayan, tanısın diye evini boyatmayan, içeri giremez diye kapıyı kilitlemeyen diğer anneler gibi.<br />
O annelerin cenazesinde olduğu gibi Asiye Karakoç'un cenazesinde de yıllardır her Cumartesi, Galatasaray Lisesi'nin önünde buluşan aileler vardı.<br />
<br />
* * *<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Asiye Karakoç'un oğlu Rıdvan Karakoç, Gazi Mahallesi'nde yaşıyordu, henüz 28 yaşındaydı.<br />
Son olarak 20 Şubat 1995'te ailesini aradı, bir daha haber alınamadı.<br />
Gayrettepe'de Siyasi Şube'ye sormak için gittiklerinde, ağabeyi, dövülerek dışarı atıldı.<br />
O günleri, kardeşi Hasan Karakoç, yıllar sonra şöyle anlatacaktı:<br />
“87 gün kayıp kaldı benim kardeşim. Avrupa’ya gitmiş olabileceğini bile düşündük. Bu nedenle Hasan Ocak’ın ailesi kadar hararetli, güçlü bir kampanya da yürütemedik. Karakollara, adli tıp morguna, hastanelere baktık ama bulamadık. Neler olabileceğini biliyorduk ama ağabeyimi bulamıyorduk. Bulunduğunda ayakkabı bağcıkları yoktu, parmak uçları mürekkepliydi, tırnakları morarmıştı, koltukaltları yırtılmıştı. Vücudunun çeşitli yerlerinde morluklar, sigara yanıkları vardı. Gözaltına alınmış, savcılık ise başvurmamıza rağmen haber bile vermedi bize. Hasan Ocak'ın cenazesi bulunmuştu aynı yerde, o da gözaltına alınmış, bulunamamıştı. Kardeşimin bulunduğu yer, Hasan Ocak’ın bulunduğu yere 200 metre mesafede. Beykoz’da Buzhane köyü Dedeler mevkiinde yolun kenarına atılmış. Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na defnetmişler bir de. Tıpkı Hasan Ocak gibi. Defnedip, 26 Mayıs’a kadar haber bile vermediler bize."<br />
Hem Hasan Ocak'ın hem de Rıdvan Karakoç'un kimsesizler mezarlığına defnedildiği, Adli Tıp Morgu'na düzenli giden Ocak ailesine, "yanlışlıkla" birkaç fotoğraf gösterilmesiyle ortaya çıkmıştı.<br />
Asiye Karakoç ve çocukları, 1995'ten itibaren, Hasan Ocak'ın annesi Emine Ocak ve çocukları ile birlikte Galatasaray Lisesi'nin önündeydi.<br />
Her hafta dövüle dövüle sayıları azalacağına arttı.<br />
Terörist dediler, bir ayakları dağda dediler, gözaltına aldılar, tutukladılar.<br />
Kimseye, ama kimseye tek bir gün olsun zarar vermediler ama pankartlar ve fotoğraflarıyla gelmeye de devam ettiler.<br />
Yaşlanmış kadınlar torunlarının ellerini tutarak haykırdı; "Yiğitsen uslandır beni."<br />
Adalet istediler, hesap sorabilmeyi.<br />
O yüzden oğlunun nerede olduğunu sorduğu için cezaevine konulan ve oğlunun öldürülmesine ilişkin dosya daha birkaç hafta önce zamanaşımına sokulan Emine Ocak, kader arkadaşı Asiye Karakoç'un mezarının başında ağlarken haykırdı:<br />
"Beni içeriye attılar, oğlumu toprağa koydular, şimdi seni toprağa koyuyorum."<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Cumartesi Anneleri ile birlikte yakınlarının hesabının sorulması için biraraya gelen başka aileler de vardı.<br />
Onlar da Toplumsal Bellek Platformu'nu kurdular.<br />
Yakınlarını öldürenler hesap versin istediler, toplum unutmasın bu yapılanları, öldürülen yakınlarının topluma sundukları unutulmasın.<br />
Toplumsal Bellek Platformu böyle doğdu.<br />
O ailelerin çocukları, o platformun gölgesinde, birlikte büyüdüler.<br />
Yıldönümlerinde birlikte ağladılar, aralarına yeni katılanları kucakladılar, usanmadan sordular.<br />
Asiye Karakoç'un yaşamını yitirdiği haberinin geldiği sıralarda bir haber daha geldi haber merkezlerine.<br />
Toplumsal Bellek Platformu'nun en eskilerinden, şair Behçet Aysan'ın kızı Eren Aysan Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nce açığa alınmıştı.<br />
Sorsan, hakkında "istihbarat" vardı.<br />
İstihbaratın ne olduğunu sorsan, yanıt yok.<br />
Açığa alma aslında, "araştırıyoruz" kelimesine sıkıştırılan bir niyet beyanıydı.<br />
Ve Ankara'da bazı açığa almalarda, bazı ihraçlarda, istihbaratla, bilgiyle değil, kurum amirlerinin keyfine göre, birisini sevip sevmediğine göre, kendi suçlarını gizleme niyetine göre karar alındığının da artık herkes farkındaydı.<br />
Sivas katliamında babasını kaybeden, daha 16 yaşında Sivas davasının duruşmalarına gidip gelmeye başlayan, salona girmesin diye diğer ailelerle birlikte sanıklar tarafından bozuk para yağmuruna tutulan, hakaret edilen ve tüm bunlara karşılık Ankara sokaklarında şiirler, hikayeler biriktiren, aklından "intikam" kelimesini bir kez olsun geçirmeden, yazıyla kalbini ortaya döken Eren Aysan'ın "istihbarata" konu herhangi bir "eyleminin" olmadığının da herkes farkındaydı.<br />
Yazdıkları mı?<br />
Bir kelime olsun tahammül edilememesiydi.<br />
İşte asıl mesele şiir ve hikayelerin çok "tehlikeli" bulunmasındandı.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Birilerine bağlılık yemini etmiş, gizli programlarla darbe planları yapan, insanlar ihraç edildi devletten.<br />
O torbanın içine, babasını Sivas'ta teröre kurban vermiş Eren Aysan da kolunu devletin dozer kepçesine vermiş Veli Saçılık da konuluyor nasılsa.<br />
Çocuğunu işkenceye kurban vermiş bir anne de toprağa konuluyor "adalet, adalet" diyenlerin gözyaşlarıyla.<br />
Adalet değil, kim tarafından nasıl tutulduğu bilinmez fişler ya da kişisel husumetlerle bazı insanların yaşamları da konuluyor toprağa.<br />
Ancak suçluluk telaşıyla susmuyor, soruyorlar, haklılığın güçlülüğüyle.<br />
Ve yine anlatacaklar, hikayeler, şiirlerle.<br />
Zira birileri için değişmiş olabilir dünya ama değişmiyor onlar için hiçbir şekilde.<br />
Behçet Aysan'ın sözleriyle;<br />
"Bütün derinlikler sığ, sözcüklerin hepsi iğreti/ Değişen bir şey yok hiç ölüm hariç/ Aynı gökyüzü aynı keder.<br />
<div>
<br /></div>
gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-38015089437577808122016-12-06T07:08:00.002-08:002016-12-06T07:08:56.706-08:00<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Taşkent'ten Aladağ'a<br />
<br />
Bu ülkenin kız çocukları, ya çocuk yaşta evlenmek ya da okuyabilmek için bir karanlık yurt binasının mutfağında, öflez bir ışığın gölgesinde bulaşık yıkamak zorundadır.<br />
Erkek çocukları, daha adım atmaya başlar başlamaz öğretilmiş bir erkekliğin gölgesinde, erkenden evlendirilmez ve hayatta kalabilirse düşünebilirler okumayı.<br />
<br />
* * *<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Köy enstitüleri komünist icadıdır.<br />
Köy kent projeleri raflarda.<br />
"Köyümüze geri dönelim" kampanyaları afişlerde.<br />
Merkezle iletişimi aylarca kesilen, kesilmediğinde de çok önemsenmeyen köylerin, kasabaların, ilçelerin ve hatta kentlerin gerçeği, kimselerin gitmediği bu yerlere giden cemaat ve tarikatlardır.<br />
Onlar gitmediğinde de hemen hepsi tefecilerin, bakmayın ezber laflara, sadece doğuda değil, Türkiye'nin dört yanındaki toprak ağaları, derebeylerinin kıskacındadır.<br />
Bu yüzden çocuğunun sıcak servisi 3 dakika geciktiğinde endişeyle yüklenen hayatlarla, o hayatlar arasındaki mesafe hala yüzyıl kadar uzaktır.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Konya Taşkent'in Balcılar kasabasındaki, sadece adı "yurt" olan, sadece adı "kurs" olan kız yurdunda 2008'de meydana gelen patlamada 18 kız çocuğu yanarak can verdi.<br />
8 yıldır devam eden dava ilk açıldığında şikayetçi yoktu.<br />
8 yıl sonra davada şikayetçi olan aile sayısı "5".<br />
Diğer aileler şikayetçi olmadı, "kızımız şehit", "kader böyleymiş" diyerek.<br />
Yargılananlar mı; yurt müdürü, lpg tankını takan firma, teknik sorumlu vs.<br />
Ailelere kızdı şikayetçi olmayınca herkes.<br />
Oysa kasaba dediğin o yurttu zaten.<br />
Ticaret o yurdun sahiplerinin üzerinden akıyordu, bir çivi çakılmışsa onlar çakmıştı, bir iş varsa onlar veriyordu.<br />
Ve Anadolu'nun unutulmuş dağ köylerinde yaşayanların hatrını da onlar soruyordu.<br />
Çocuklar okuyabilecekse ve dini eğitim alacaksa işte onların yurtları olduğundan ve para almadıklarındandı.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Yanan Boğaziçi Özel Öğrenci Yurdu'yla ilgili denetimler, tıpkı şimdi 11 kız öğrenci ve bir eğitmene mezar olan Aladağ'daki yurt gibi o gün de tartışıldı.<br />
Ruhsat, erkek yurdu açmak için alınmış, özel izinle yurda kız öğrenciler alınmıştı.<br />
Yurtta Kuran eğitimi veriliyordu ancak böyle bir kurs açmak için izin hiç alınmamıştı.<br />
Deprem raporu bulunamadı, itfaiye raporu bulunamadı.<br />
Patlama, 1 Ağustos'ta, yani tatilde meydana gelmişti.<br />
Ama bütün kasaba biliyordu, tatil için evlerine giden öğrenciler perşembeyi cumaya bağlayan her akşam, ibadet amacıyla yurda çağrılırlardı.<br />
Patlamadan sonra "Yurt" yetkilileri, burada İngilizce eğitimi verildiğe yönelik dilekçe vermişlerdi.<br />
Bu da ortaya çıktı.<br />
8 yıldır süren yargılamada 7 bilirkişi raporu alındı.<br />
Başta 11 sanığın tamamının sorumlu olduğu yönündeki raporlardaki sorumlu sayısı giderek azaldı.<br />
Son raporda asli sorumlu kala kala sadece yurt müdürü kaldı.<br />
Yurdu denetleyen, izin veren, kapısını çalmayan bürokratlar mı?<br />
Maden kazalarında, göçüklerde, iş cinayetlerinde, patlamalarda olduğu gibi hiçbiri hiçbir zaman yargılanmadı.<br />
8 yıl sonra da denetmenlerin hiç yargılanmadığı denetimler tartışılıyor yine facialarda.<br />
18 kızın ismi ise o kasabada yaşayanlar dışında kimse tarafından bir daha hatırlanmadı.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Son duruşmalardan birine, artık çocukluğu geride bırakmış kızlardan biri de katıldı.<br />
Mutfaktaki kızların bir koku geldiğini söylediğini ancak yurt sorumlularının kapıyı, pencereyi açarak havalandırmakla yetindiğini, diğer kızlar uykudayken de patlamanın meydana geldiğini anlattı.<br />
Avukatlardan biri sordu:<br />
"Mutfakta daha önce iş yaptın mı?"<br />
"Orada yemekleri yapıyorduk, bulaşıkları yıkıyorduk" diye yanıtladı.<br />
Kız çocukları, okumak için tek çareleri olan yurdun aynı zamanda "bakıcılarıydı."<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Şimdi "çocuklar öldü" dediğinde, "önce rahmet oku" diyor biri.<br />
"Azınlık okullarını da böyle dert ediyor musunuz?" diye soruyor bir başkası.<br />
"Kapı açılmamış" diye anlattığında yaralı çocuklar, "kader" diye küfür geliyor diğer yandan.<br />
"Namuslarıyla öldüler" diyor bir diğeri.<br />
"Çocuk" diyorsun, "yayın yasaklarına sığmayacak kadar yürek yakan küçük bir tabutta."<br />
Yangın merdiveninin kapısının olmadığı, kimi yerlerde yangın merdiveninin kapısının duvarla örüldüğü, ortaokuldan üniversiteye kadar hiçbir kız yurdunda kilitsiz kapı bulunmadığı...<br />
Yangın merdivenine kapı açılmayan, elektrik sistemi tarih olan yurdun nasıl denetimden geçtiğini soruyorsun?<br />
Dünyaya bakışından bahsediyor.<br />
Kimse elbette "küçük tabutlarla' ilgili anlaşamıyor.<br />
Karşılıklı küfürler uçuşuyor havada, sosyal medyada canhıraş bir savunma yapılmalı, adetten.<br />
Biraz sonra kalkıyor sandalyeden, çocukların ölüm haberleri can sıkıyor ya, açıyor bir başka kanalı, hepimiz gibi, yaşamaya devam ediyor kaldığı yerden.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Taşkent'teki patlamadan yaralı kurtulan kız çocuğu, "Bulaşık yıkıyordum, koku geldi" diyor.<br />
Aladağ'da arkadaşları yanan kız çocuğu, "Bulaşık yıkıyordum, cızırtı geldi" diye anlatıyor.<br />
Seçenek sunulmayan ailelerin, arazi aracı olmadan ulaşılamayan köylerinden okumaları için gönderdikleri seçenekleri olmayan kız çocuklarının bazıları yaşayabiliyor.<br />
İçlerinden bazıları yani ölmeyen, yani evlendirilmeyen, yani okuldan alınmayan, yani o devcileyin ve hata hakkının olmadığı oyunda "başarabilenler" okuyup, meslek sahibi de olabiliyor.<br />
Büyük kentlerde okuyup, saldırılara, istismara, erkek yargı ve bakışa rağmen "başarabilen" kızlar gibi.<br />
Ve öflez bir ışığın gölgesinde, belki uzak bir Anadolu kasabasındaki tek odalı lojmanında, belki de büyük bir kentin merkezinin uzağındaki evde yıkarken bulaşığını, en çok onlar anlıyor.<br />
Ve kız çocuklarına, en çok da anlayabilen o kadınlar, unutmaz bir sızıyla ağlıyor.<br />
<br />gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-55305356573618462442016-03-17T00:36:00.000-07:002016-03-17T00:36:23.783-07:00<br />
<br />
Çorum'dan tartışma yaratacak karar<br />
<br />
Travmayı yaratan taciz değil basındır<br />
<br />
GÖKÇER TAHİNCİOĞLU Ankara<br />
<br />
Çorum Ağır Ceza Mahkemesi'nce, dini eğitim ve burs almak için vakfa gelen E.Y.'ye cinsel istismarda bulunduğu gerekçesiyle 4 yıl 8 ay hapse mahkum edilen Ensar Vakfı Eski Şube Başkanı Z. İ. hakkındaki kararın gerekçesinde tartışma yaratacak ifadeler yer aldı. E.Y.'nin "beden ve ruh sağlığının bozulduğuna" yönelik Adli Tıp Raporu'na rağmen Z.İ.'nin 15 yıldan az olmamak üzere hapisle cezalandırılmasına yol açacak "nitelikli cinsel istismar" maddesini uygulamayan ve cezada "iyi hal" indirimi yapan mahkeme, "Kızın beden ve ruh sağlığının istismar nedeniyle mi yoksa ulusal basından çıkan haberlerden dolayı mı bozulduğu konusunda şüphe vardır. Şüpheden sanık yararlanır" ifadelerini kullandı. Mahkeme, kararla birlikte Z.İ.'nin tahliyesini de kararlaştırdı.<br />
Çorum'da büyük yankı uyandıran dava, 15 yaşından küçük olan E.Y.'nin Z.İ.'nin cinsel istismarına maruz kaldığı gerekçesiyle, ailelerinin şikayetçi olması ile başladı. Genç kızın ifadeleri, vakfa gidip gelen diğer öğrencilerin de tanık sıfatıyla benzer beyanlarda bulunması, Z.İ.'nin tutuklanmasına yol açtı. Adli Tıp ve Ankara Tıp Fakültesi ise genç kız ile E.Y. ile birlikte şikayetçi olan arkadayı E.G.'nin, uğradıkları cinsel istismar nedeniyle beden ve ruh sağlığının bozulduğu yönünde rapor hazırladı.<br />
<br />
<a name='more'></a><br /><br />
Rapora rağmen düşük ceza<br />
<br />
Ancak rapora rağmen mahkeme, E.Y.'nin şikayeti üzerine açılan davada, Z.İ.'nin en az 15 yıl hapis cezası almasına yol açabilecek "beden ve ruh sağlığının bozulmasına neden olabilecek şekilde cinsel istismar" maddesini işletmedi. Mahkeme, aynı suçu birden fazla kere işlediği gerekçesiyle 5 yıl 7 ay hapse mahkum ettiği Z.İ.'nin cezasını, iyi hal indirimi yaparak, 4 yıl 8 oy şeklinde belirledi. Mahkeme, kararla birlikte İşler'in tahliyesine de karar verdi. Yazımı tamamlanan gerekçeli kararda, İşler için belirlenen ceza miktarı şöyle açıklandı:<br />
"E.Y., sanığın cinsel istismar eyleminden 1-1,5 yıl sonra şikayetçi olmuştur. Eylem, sanığın Çorum ilindeki konumu nedeniyle büyük sansasyon yaratmış, ulusal basında da yer almıştır. Davanın yarattığı yankı dikkate alındığında, mağdurenin ruh ve beden sağlığının uğradığı cinsel istismar eyleminden mi yoksa şikayetçi olduktan sonra yaşadığı gelişmeler, ulusal basının mağdure üzerinde yarattığı etki ve baskılar ile mi meydana geldiği hususunda şüphe oluşmuştur. Şüpheden sanık yararlanır ilkesi gereğince karar verilmiştir."<br />
Kararda, ailesinin ve arkadaşlarının davanın başladığı döneme kadar E.Y.'nin davranışlarında anormallik görmediklerine yönelik anlatımları da bu yoruma dayanak gösterildi.<br />
<br />
Bekaret yoksa ceza da yok<br />
<br />
Z.İ., hakkında mağdurenin ablası Ö.Y.'nin "Beni de istismar etmişti" şeklindeki suçlaması üzerine ayrı bir dava açılmıştı. Mahkeme, bu davada beraat kararı verdi. Mahkeme, beraat kararını İşler aleyhindeki ifadelere rağmen, "bekaretin kaybı konusundaki çelişkili beyanlara" dayandırdı. Kararda, şu ifadeler kullanıldı:<br />
"Her ne kadar Ö.Y., beyanlarında 13 yaşından itibaren sanığın kendisini elle taciz etmeye başladığını, cinsel organına ve vücudunun diğer yerlerini eliyle tutmak suretiyle kendisini taciz ettiğini, kursta kendisini dudaklarından ve vücudundan çeşitli defalar öptüğünü, kendisiyle zorla cinsel ilişkiye girdiğini, ilişki sırasında organında kanama olduğunu beyan etmiş ise de 19 Mayıs 2008'de Adana Ceyhan'da bir başka dava nedeniyle verdiği ifadede A.D. adlı şahısla rızası ile ilişkiye girdiğini A.D.'den önce başka erkekle ilişkiye girmediğini söylediği anlaşılmıştır. Sanığa atılı suç, niteliği itibarı ile maddi bir delille ispatlanması en zor olan suçlardandır. Mağdurenin beyanlarının kendi içerisinde çelişmesi karşısında, doğruluğu konusunda ciddi şüphe oluşmuş, şüpheden sanığın yararlanacağı ilkesi gereğince, inandırıcı delil elde edilemediğinden, sanığın beraatine karar vermek gerekmiştir."<br />
<br />
Bunlar değerlendirilmedi<br />
<br />
Mahkeme, davada tanıklık yapan, vakıf çalışanı ve bursiyerlerinin ifadelerini ise değerlendirmeye gerek görmedi. İşler'in sadece Ö.Y.'yi değil kendilerini de taciz ettiğini anlatan öğrencilerin anlatımlarına rağmen, bu davadan beraat kararı çıktı. Ö.Y.'nin avukatları kararı temyiz etti.<br />
<br />
* * * *<br />
<br />
İstismar, dini duyguları bile etkilemiş<br />
<br />
Cinsel istismarın sonucu: Aile boyu travma<br />
<br />
GÖKÇER TAHİNCİOĞLU Ankara<br />
<br />
Ensar Vakfı Çorum Şubesi eski Başkanı Z.İ.'nin cinsel istismarda bulunduğu iddia edilen, yaşları 15 yaşından küçük iki kız için Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından verilen rapor, kızların ve ailelerinin yaşadığı travmayı ortaya koydu. Rapor, başta Vakit yazarı Hüseyin Üzmez'in istismarına uğrayan genç kız olmak üzere, benzer olaylarda verilen "ruhsal bozukluk bulunmadığı" raporlarıyla ilgili olarak da soru işaretleri yarattı. Raporda, ailelerinde bile olayın etkileri görülen genç kızlardan birinin dini inançları konusunda da akıl karışıklığı yaşadığı vurgulandı.<br />
Çorum Cumhuriyet Başsavcılığı, 2005 ve 2007 yıllarında dini eğitim için gittikleri Ensar Vakfı'nda cinsel istismara uğradıklarını öne süren iki genç kızın yıllar süren suskunluklarını bozarak geçen yaz savcılığa başvurmalarının ardından tutuklanan Z.İ. hakkında "basit cinsel istismar" suçundan dava açtı.<br />
<br />
Ruh sağlığı raporu<br />
<br />
Çorum 1. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen dava kapsamında, mahkeme, genç kızların cinsel istismar nedeniyle ruh sağlıklarının bozulup bozulmadığının tespiti için Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde muayene edilmelerine karar verdi.<br />
6 profesör tarafından muayene edilen kızlardan E.Y. hakkındaki raporda, genç kızın, 9 ay süre ile tacize uğradığını anlattığı belirtildi. Raporda, E.Y.'nin, İşler'in kendisini sürekli yanına çağırdığını, gitmediğinde tehdit ettiğini anlattığı da ifade edildi. Raporda, bu olayların okul başarısında düşme, içe kapanıklık, isteksizlik, mutsuzluk, iştahsızlık, kilo kaybı, uyku bozukluğu gibi sonuçlara yol açtığı vurgulandı. Raporda, duygu durumu "depresif" olarak tarif edilen E.Y.'nin, elem içerisinde bulunduğu, suçluluk duyduğu, kaygı, korku ve gerilim yaşadığı vurgulandı.<br />
<br />
Ablası da uğramış<br />
<br />
Raporda, E.Y.'nin ablasının da 6 yıl önce İşler tarafından cinsel istismara uğradığı yönünde savcılıkça yürütülen bir soruşturma bulunduğu anımsatılarak, genç kızın anne ve babasının da yaşanan travma ile ilgili ruhsal belirtiler gösterdikleri ifade edildi.<br />
<br />
Din duyguları<br />
<br />
E.G. hakkındaki raporda ise genç kızın anhedoni (hayattan zevk alamama), irritebilite (aşırı gerginlik, tepkili davranış), isteksizlik, depresif duygudurum gibi belirtiler gösterdiği, yaşadıklarının okul başarısızlığı, okuldan kaçma gibi davranış sorunlarına yol açtığı vurgulandı. Çocuğun, dini eğitim için gittiği yerde istismara uğramasının, dini inançları konusunda akıl karışıklığı yaşamasına yol açtığı, insanlara güveninin sarsıldığı ifade edildi.<br />
<br />
En az 15 yıl<br />
<br />
Vakit yazarı Üzmez tarafından istismar edildiği öne sürülen B.Ç. hakkındaki raporu nedeniyle eleştirilen İstanbul Adli Tıp, iki genç kız hakkındaki raporları yerinde bulursa, İşler'in yargılandığı davanın kapsamı değişecek. 3 yıldan 8 yıla kadar hapis istemiyle yargılanan İşler, ağır ceza mahkemesinde en az 15 yıl hapis istemiyle yargılanmaya başlayacak.<br />
<br />
<br />
<br />
<br />gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-18420146197484993312016-02-19T00:07:00.001-08:002016-02-19T00:07:18.553-08:00<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
İzzettin Hoca ve sonrası<br />
<br />
Cenaze defnedilip, kalabalık dağılıp, kapılar kapandıktan sonra bir başka zaman işlemeye başlar karanlık evlerde.<br />
Akrep ve yelkovan işlemez, akşam daha bir geç olur, sabah hiç.<br />
Bazen bir şehit evidir zamanın akmadığı, bazen bir çocuk, bazen anne, bazen baba.<br />
Hayatta kalan olmanın o derin pişmanlığı.<br />
Çıkmayan sesini duysunlar yalnızlığı.<br />
<br />
* * *<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
10 Ekim Ankara katliamı, İzzettin Hoca'nın gözleriyle kazındı tarihe.<br />
Feryat eden yaralı eşi Hatice, önlerinde kaybettiğini bildiği kızı Başak Sidar, kızkardeşi Nilgün.<br />
107 kişinin can verdiği Ankara Garı önünde İzzettin Çevik'in boş bakışları.<br />
4 ay önce yaşanan katliamla ilgili soruşturma dosyasının kapağı kapalı.<br />
Tıpkı Suruç gibi, canlı bombaların kimliği belirlenince bitiyormuş gibi her şey, yok ortada "kokteyl" adını verdikleri terörün gayet "sek" payandaları.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
4 ay geçti.<br />
İnanın, 4 ay bizimle katliamdan kurtulanlar için aynı sürede geçmedi.<br />
Katliamda gözü önünde kızını ve kardeşini kaybeden İzzettin Hoca anlatsın:<br />
"Olaydan sonra neler mi yaşadım? Yaşamak ile hayatta kalmanın ne kadar farklı olduğunu ilk kez özümsedim.<br />
Artık iki parçanız olmadan nefes almaya, beslenmeye çalışıyorsun.<br />
Bir saniye içinde eksilen hayatınız ile 'normal' davranmaya çalışıyorsun, sizin dışınızda hayat aynı şekilde akıyor.<br />
Politikacılar, bulunduğu yöndeki dili kulanmaya devam ediyor.<br />
Komuşunuz size bir içten sarılmadan sonra akşam sinemamsı izliyor.<br />
Gazeteciler, günlük işleri için yeni fenomenler bulmuş oluyorlar.<br />
Akrabalarınız ilk şoktan sonra bazıları biraz vicdan azabı yaşasa da genelde bu durumdan ne gibi avantaj çıkarırım hesabı ve davranışını gösteriyorlar. .<br />
Trafik, borsa, nehir, güneş, ay hepsi aynı şekilde akıyor ve geçip gidiyorlar.<br />
Ama ben, kadınım, çocuklarım hatta kardeşlerim. Kızkardeşim Nilgün'ün çocukları, eşi eski biz değiliz ve maalesef artık asla olmayacağız.<br />
Ve bilinciniz (ah o bilincim) yerinde olduğu sürece hep eksik uzuvlarını (parçalarını) yokluyor, eksik olduğunu anlıyorsun, suçluluğun ağır yükü altında ancak çaktırmadan ağlıyorsun.<br />
Hele bir de bir annenin yaralı oluşunu ve 23 yıllık kızını sayıklayarak inleyişini dinleyip, dayanılmaz acısına tanık oluyorsun ve de ona sarılıp uyuman gerekiyor. Ne mi yaşadım?"<br />
<br />
* * *<br />
<br />
İzzettin Çevik Suruç'lu.<br />
Daha küçük yaşta babası 12 Eylül rejimi tarafından çalışmaya gittiği İskenderun Demir Çelik Fabrikası'ndan atılınca, çalışmaya başladı.<br />
Kaybettiği kardeşi Nilgün'le birlikte 6 kardeşi vardı.<br />
Bir yandan okul okumaya çalıştı.<br />
Ama aile de bir yandan baba mesleğini sürdürüyordu, emek, demir-çelik, sanayi.<br />
Bir yandan kardeşleriyle bir firma kurup, bir yandan ekmek parasını başka işlerden kazandı.<br />
Bundandır ki kaybettiği kızı Başak Sidar, mühendis olacaktı.<br />
Özel eğitim öğretmeni oldu İzzettin Çevik.<br />
Zihinsel engelli çocuklara memleketinde eğitim vermeye başladı.<br />
Eşi ve kardeşleri aile şirketinde, kendisi okulda çalışıyordu.<br />
Ankara katliamına kadar, biriktirdikleri her şey, sonunda bir yola giriyordu.<br />
Şirketleri ayakta kalmış, çocukları büyüyordu.<br />
Peki şimdi mi?<br />
Yine İzzettin Hoca, geçen 4 ayı ve geriye ne kaldığını anlatsın:<br />
"Şu an ne mi hissediyorum. Hergün bir cehennem. Yolda, kitap okurken, alışverişte, hal hatır sorulurken, tuvalette, rüyada. Hep çocuğunu ve o anki vahşeti yaşıyorsun. Zaman geçtikçe tüm vücuduna, hücrelerine acı ve ağrı çöküyor.<br />
Sevdiğiniz bir şeyi yiyecekken, genç bir kadını gördüğünde, bir şeyden bahsederken; "kızım Sidar" diyorsun.<br />
Adaletin üstünde gizlilik kararı var.<br />
Benim dosyam benden, avukatımdan gizleniyor.<br />
Roporum daha bitmeden üç hafta önce okula bâşladım.<br />
Şimdi sınıfa giriyorum ve çocuklarım beni idare ediyor. Okulda mesai arkadaşlarım hep idare etmekteler sağolsunlar.<br />
Sidar'ın kardeşleri Mustafa Serhat, Dicle Sarya'ya sarılıyorum.<br />
Eşim Hatice; küçük ve büyük ailemin mendirek direği. Firmamızın muhasebe sorumlusu, ailemizin herkese yetişmeye çalışan 'yabancı gelini'. Haftanın 6 günü işyerine gitmese olmazdı. Kulakları eskisi gibi değil. Sol gözü artık pek göremeyecek. Ama en önemlisi yüreği.<br />
En kötüsü bende sadece ufak tefek yanıklar olmuştu, bir şey kalmadı. Siper olmalıydım, ben ölmeliydim, olmadı. Bir babaya en çok bu koyar ya, bana bir şey olmadı."<br />
<br />
* * *<br />
<br />
"Yaşarken" doya doya, artık sadece "hayatta kalan" İzzettin Hoca, ölümlerle dolu bir sürecin başlangıç noktasındaki mağdurlarından sadece biri.<br />
Şimdi onlarca yatak, yüzlerce fotoğraf, şimdi onlarca gömlek, binlerce anı, gözü yaşlı.<br />
Büyük seslerin ardından kapatılmış, açılmayacak o kapı.<br />
Herkes kendi yalnızlığında saklı.<br />
Bir gün tarih durup da sakince yazılırken anımsayın:<br />
Gülen yüzler bitmeden, kış daha gelmeden, o güneşli sohbahar gününde patlayan bombalar, o katliamdan hemen sonra gölgesinde yaşanan onca ölüm. yani Ankara katliamı vardı.<br />
Orada ölen insanlar, yakınlarının ölümüyle bir daha anımsanmayacak olan hatıraları.<br />
Anımsayın.<br />
Anımsamak ve vazgeçmeden ne olduğunu anlatmaktır kardeşlik, üzeri aşınmış kapalı kapıları.<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-82644476082183507742016-01-04T00:44:00.004-08:002016-01-04T01:00:35.211-08:00YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Bir yılın ardından<br />
<br />
Bir yılın bitimine sevinmek, geride kalanın yorgunluğundandır.<br />
Yaş alıyor olmana rağmen beyaz bir sayfa gibi gelir çoğu zaman Ocak.<br />
Oysa takvim, bizi farklı bir evrene taşımaz.<br />
Ne varsa dünden kalan, dün neyse attığın adım, aslında bugüne kalandır.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
2015'in Ocak ayında Ümit Kurt ve Nihat Kazanhan öldürüldüğünde Cizre'de, belli olmuştu belki nasıl büyük umutlarla girilen 2015'in kaderi de. <br />
Yasalara göre, çocuk değildi ama, şubatta o en çocuk haliyle Özgecan Aslan öldürüldüğünde, yalancı ahlakın bütün dalgaları da vurdu surlara.<br />
"Eteği kısaydı", "Gece dışarı çıkmıştı", "Orada ne işi vardı" gibi cümleler kuramayanlar, söyleyecek bir şey bulamayınca karar verdiler üzülmeye Aslan'a.<br />
Milat olacağı söyleniyordu ya devam etti hem kadınlar öldürülmeye, hem katiller mahkemelerde aklanmaya.<br />
Suruç'ta kalbi çocuk kalmışlar katledildi.<br />
10 Ekim'de Ankara'da onlara kalpten üzülenler.<br />
Öleceğini aklının ucuna bile getirmemiş Veysel Atılgan, Ankara sonbaharında kapattı kocaman yeşil gözlerini.<br />
Mehmet Hıdır Tanboğa, Eren Muhammed Aydemir, Orhan Aslan, Fırat Elma, Baran Çağlı, Emin Yanaş, Adem İrtegün, Maslum Turan, Fırat Simpil öldürüldü Ağustos'ta.<br />
Eylül'de 35 günlük Tahir Yaramış bebek, buzdolabında cenazesi bekletilen Cemile Çağırga.<br />
Sait Nayici, Zeynep Taşkın, Selman Ağar, Bünyamin İrci, Tahsin Uray, Elif Şimşek, Berat Güzel.<br />
Kasım'da Tahir Elçi.<br />
Aralık, bitmeyen cenazelerin, ağır çekimde geçişi gibiydi.<br />
2015'te, silahlı çatışma ortamında kalan 51 çocuk yaşamını yitirdi.<br />
İnsan Hakları Derneği'nin raporuna göre, 14 çocuk öldü iş cinayetlerinde.<br />
46 çocuk, ailelerinin bir başka hayata kavuşmak için çıktığı yolda, en çok güvendiği zaten ölmüş insanların ellerinde.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Çocuklar öldüğünde, birileri "ne işleri varmış sokakta" dedi.<br />
Çocuklar evinde öldüğünde; "kim neden oldu çatışmalara?"<br />
"Çatışma yoktu, durup dururken ateş edildi" denildiğinde, birileri, "kimin ateş açtığına dikkat edin" dedi.<br />
Ateş edenler söylendiğinde, gereğinin mutlaka yapılacağını.<br />
35 günlük bebek öldüğünde, bir şey denilmedi, ne denilecekti ki.<br />
Ankara'nın kalbinde bomba patladığında birileri, "Bu meydan kanlı meydan" diye halay çekiyorlardı, buna ne diyeceksiniz" diye büyük büyük güldü ölenlere.<br />
Suruç'ta bomba patladığında "Kobani'de çocuk mu vardı da oyuncak taşıyorlardı" dedi birileri.<br />
Çocuklar ise mezarlığın kenarında oynuyordu Aylan bebek gömüldüğünde.<br />
Hepsini birden söylediğinizde, "Asıl örgüte söyleyin" dedi birileri, asıl yaramaz çocuğu işaret edermiş gibi.<br />
Kentler, büyük bulvarları, unutulmuş ilçeleri, kimsenin girmediği mahalleleri yasaklandı.<br />
Elektrikleri 2 saat gittiğinde devlete söylemediğini bırakmayanlar, oradan oraya göç ederek yaşamını tüketmiş, gidecek yeri ailelere söylendi:<br />
"Ama terörle mücadele."<br />
Anlamıyorlardı ki asıl meseleyi, yılma, daha yüksek sesle söyle:<br />
"Çocuklar öldü, amcalar, teyzeler, anneler, babalar. Askerler, polisler öldü. Ağaçlar, kuşlar öldü. Kalpler, gözler ve bakışlar öldü. Bir zırhlının arkasında ölü bedeni sürükleyenleri izleyen gençler öldü. Kentin ortasına atılmış çıplak kadın bedenini izleyen esnaf, bir coğrafyanın doğusu karanlıktayken, ışıl ışıl susanlar öldü. Çocuklar, çocuklar öldü."<br />
Ve unutma, bir vicdan arayışı değildir adalet talebi.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Bazen, böyle tırnağının ucu biraz olsun kalktığında belki, acıyı hissedersin.<br />
Bazen, uzakta kalmış gibi gözüken bir sokağın başında, çok özlediğin o günü anımsadığında.<br />
Kalp acısı, tırnağın etten söküldüğü gibi bir ağrıdır, hatırlanarak yaşanır.<br />
Ve mutlaka hatırlarsın.<br />
Bir yılın bitimine sevinmek, geride kalanın yorgunluğundandır.<br />
Yaş alıyor olmana rağmen beyaz bir sayfa gibi gelir çoğu zaman Ocak.<br />
Birkaç gün içerisinde, yani mecburen anımsadığında, tarihlerin günahı olmadığını da anlarsın.<br />
Yine de işte yeni yılı göremeyenlere borcundur kocaman bir umutla yaşamak.<br />
<div>
<br /></div>
gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-33127697176057594172016-01-04T00:44:00.001-08:002016-01-04T00:44:10.597-08:00<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Resmi Gazete'deki "tecavüz"<br />
<br />
Anayasa Mahkemesi'nin geçen hafta Resmi Gazete'de yayımlanan bir kararında gizliydi hikaye.<br />
Failin görünmez kılınmaya çalışıldığı, çaresiz kalınınca cezasız bırakıldığı bir memleket hikayesi, en geçerli resmi belgede.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<a name='more'></a><br /><br />
<br />
2002'de, o güzelim Mardin'de, bilmediği dille gözaltına alındığı söylendiğinde genç kadına, elbette ki başına gelecekleri az çok tahmin ediyordu.<br />
Ama ne kadar bilseniz de nasıl hazır olabilirsiniz ki işkenceye.<br />
Kocasıyla birlikte oturtuldukları arabada, kafasına bir çuval geçiriliverdi genç kadının.<br />
Bilenler bilir, bu şekilde içeriye girdiğinizde yapılanlara, "hoşgeldin dayağı" denir.<br />
Emniyette, kocasının nefesi uzaklaşırken giderek, üzerine kalkıp inen yumrukları acıyla hissetti.<br />
O acı bir süre sonra bilinçsizliğe bıraktı yerini.<br />
Ne zaman sonra uyandığında elleri arkadan sandalyeye kelepçeli, çıplaktı.<br />
Kelepçe açıldı, ayağa kaldırıldı.<br />
Yumrukları bekliyordu ki zihni, bedenini duvara çarpan suyla uyandı.<br />
İç organlarına ayrı ayrı vuruyorlar gibi acıdı canı.<br />
Hissizleşti organları, ağzına sıkıştırılan kanlı bez yere düştü, bir süre sonra acıya alıştı.<br />
Elbette ki işkenceciler deneyimliydi.<br />
Klimanın hemen önüne oturtuldu yeniden hissetmesi için, ıslak ve çırılçıplak.<br />
Sonra tanıdığı bir nefes hissetti yanıbaşında.<br />
Kocası.<br />
Yıllar sonra, yani işkencenin acısının tamamen geçtiği ancak örselenmişliğinin unutulamadığı o uzun yıllardan sonra yaşadıklarını, "bir tek o an, en çok o an utandım. Ne çok utandım o an kocamın yanında" diye anlatacaktı.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Sabah mı akşam mı, ne kadar vakit geçti, kaç gündür burada bilmiyordu.<br />
O ana kadar hiç soru sormamışlardı, sordular.<br />
Anlamıyordu ki dillerini.<br />
4 kişi saydı, yumruklar yeniden vücuduna inip kalktığında.<br />
Saçından tutup yüzünü yere yapıştırdılar.<br />
Bir acı hissetti.<br />
Anlamadığı dille konuşup gülüyorlardı.<br />
Copu kalçalarına doğru iten kişiyi engellemek için elini uzattığında geriye, o kişinin göğsü geldi eline.<br />
Gözyaşları akarken, o kişinin kadın olduğunu fark etti.<br />
Sonra tanıdığı nefesin yine yakında olduğunu hissetti, kocasına da tecavüzü izletmişlerdi.<br />
Bayıldı acıdan, neyin daha acı olduğunu bilememişti.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
O akşam iki kez hastaneye götürüldü aralıklarla.<br />
Hiçbirinde doktora yalnız muayene olamadı.<br />
3 gün kaldığı emniyette yaşadıklarını doktorlara bir türlü dinletemedi.<br />
Cinsel organından, makatından kan geliyordu ama gösteremedi.<br />
Kocaman bir "sağlam" mührüyle her seferinde geri gönderildi.<br />
3. günün sonunda savcılık ve hakim tutuklanmasını uygun gördü, bir sürü tutanak imzalamıştı.<br />
Ama hemen cezaevine götürülemedi.<br />
Cezaevi "bu şekilde alamam" deyince, önce tedavi, sonra yeniden cezaevi.<br />
Cezaevine gelen avukatlara tecavüzü anlatabildi.<br />
O avukatlar savcılığa başvurup doktor raporu isteyince, o dönemki AB rüzgarının da etkisiyle başladı sonucu belli maraton.<br />
Mardin Devlet Hastanesi, vücudundaki izlere rağmen "hastalık uyduruyor" diye rapor vermişti ama sonradan anlaşıldı ki mecburiyetten biraz da işkence izlerini de raporuna geçirivermişti.<br />
Diyarbakır Adli Tıp ise 5 günlük rapor verdi işkenceden günler sonra geçmeyen izleri gördüğünde.<br />
Sonra tecavüz iddiası, neredeyse 1 ay sonra incelendi.<br />
"Yırtık izi yok" denilip gönderildi.<br />
Israr etti.<br />
İstanbul Adli Tıp Kurumu'na gitti.<br />
Adli Tıp anladı olan biteni ama raporuna bir ihtimal daha düşüverdi:<br />
"Evet yabancı cisim sokulmasından olabilir ama kabızlık halinde böyle olduğu olmuştur."<br />
Mahkeme de durmadı elbette bu raporların "boşver" havasından sonra.<br />
"4 polisin beraatlerine...."<br />
Ancak o kadar açıktı ki vücudundaki izler, Yargıtay bozdu dosyayı görür görmez.<br />
"İşkence açık, ceza verin."<br />
Yeniden yargılama yapıldı.<br />
O polisler, İstanbul'da, Bursa'da, Sinop'ta yeni görev yerlerinde huzurla korurken asayişi, o hala gördüğü işkenceyi anlatıyordu hakimlere.<br />
Sonunda "mahkumiyet" verdi mahkeme.<br />
Ancak işkence değil kötü muameleydi yapılan mahkemeye göre.<br />
1 yıl ceza yeterdi. Bir de iyi halleri vardı. Takdir indirimiyle 10 aya inmesi gerekirdi.<br />
E bir de suç işlemeyeceklerine yönelik kanaat oluşmuştu heyette, Hep oluşan haliyle.<br />
Hükmün açıklanmasının geriye bırakılmasına karar verdiler o kanaat nedeniyle.<br />
"5 yıl içinde bir daha copla tecavüz, dayak falan söz konusu olursa 10 ay ceza alırsınız" nasihatiyle.<br />
5 çocuklu erken yaşlandırılmış, inatçı, Türkçe'yi mahkemelerde öğrenmiş bir Kürt annesi.<br />
Onandı karar, dosya kapandı.<br />
Anayasa Mahkemesi, geçen hafta o dosyayla ilgili kararını açıkladı.<br />
"Eziyet" kesindi, verilen bu karar da sadece bu niyetteki kamu görevlilerini cesaretlendirirdi.<br />
Yeniden yargılanmayacak sanıklar, devlet tazminat ödeyecek yerlerine.<br />
Telafi dersleri gibi tıpkı, tazminatla giderilemeyen yaralar ise mühürlü derisinde.<br />
6 aylık bebeklerin ölümüne bile "ama" denilen bir coğrafyada Resmi Gazete'ye kadar geliyor öyküler bir tarihte, ne kadar üzerinden geçilmek istense de.<br />
<div>
<br /></div>
gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-68827352116373816862015-12-23T23:02:00.003-08:002015-12-23T23:02:27.301-08:00<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Kalp kırığı<br />
<br />
Başınızı bir başka yöne çevirdiğinizde sadece baktığınız tarafı görüyorsunuz, doğru.<br />
Yıllar sonra o yöne baktığınızda, o dönemde ne gösteriliyorsa onu görme avantajınız da var.<br />
Misal bir çocuğun ölüm haberi geldiğinde bakmanıza gerek yok, yetiyor kulağınıza gelen sesler.<br />
4 çocuklu bir annenin kapısının önünde öldürüldüğünü duyduğunuz da öyle.<br />
"Camlara yaklaşmayın" uyarıları yapılırken, misal perdeyi kapatmak için cama yaklaşınca ölen biri için de değişmez kural.<br />
"Olur böyle şeyler."<br />
Lice, 1993'te tarihinde görülmemiş bir operasyonla yakılıp yıkıldığında, dönemin komutanlarının sözleriyle çıkıyordu manşetler:<br />
"O milisler, ya teslim olacaklar, ya ölecekler."<br />
Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, bir cinayet sonucunda o dönemde öldürüldü.<br />
O dönemde başınızı çevirseniz yakılıp yıkılmış bir ilçe, PKK'lılardan temizlendiği söylenen yıkılmış evler ve çatışmada öldürülmüş bir general vardı.<br />
10 yıl sonra bakarsanız Türkiye'nin AİHM'ye rekor tazminat ödediği bir operasyon ve faili meçhul bir cinayet.<br />
2010'da bakarsanız, JİTEM tarafından öldürülmüş bir general ve aslında PKK'lıların hiç baskın düzenlemediği bir ilçenin yakılıp yıkılması.<br />
Bugün bakarsanız, sahipsiz kalmış bir JİTEM davası.<br />
<br />
* * *<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Başınızı bir başka yöne çevirdiğinizde, öyle huzurlu, diğer yönleri görmüyorsunuz, doğru.<br />
İki akademisyen, Ankara'da geçtiğimiz aylarda Onkoloji Hastanesi'ne gittiler.<br />
Akademisyenlerden birinin annesini muayene ettirmekti niyetleri.<br />
Formlar uzatıldı önlerine.<br />
"Irk" hanesini görünce irkildiler.<br />
Ne ki bu denildiğinde, "ırkınızı yazın" yanıtı aldılar.<br />
Bunun ayrımcı bir uygulama olduğunu belirtti biri.<br />
Bir hasta muayenesi için neden buna gerek duyulduğunu söyledi diğeri.<br />
Yanıtlar tersti.<br />
Sağlık Bakanlığı'nın rutin uygulamasının niye rahatsız ettiğini söyledi bir tanesi.<br />
Başhekimle görüşmek istediler.<br />
Yardımcısı vardı, kapısına gittiler.<br />
İddiaya ve dosyaya konulan konuşma tutanaklarına göre Başhekim Yardımcısı Ali Edizer, kapıdaki Yalçın Çakmak ve Bülent Özer'e, Kürtçe, "Siz Kürt müsünüz?" diye sordu.<br />
"Neden Kürtçe yanıt veriyorsunuz, biz bir şey soracağız, politik bir tutum bu" dediler.<br />
Edizer, "Sizinle görüşmem" dedi ve güvenliği çağırdı.<br />
Odaya giremeyen iki akademisyen, güvenlikçiler tarafından darp edilerek hastaneden çıkartıldı.<br />
Çıkarken, bağırıyorlardı; "Irkçılığın dik alası."<br />
Edizer, onlar dışarı çıkartılırken tekrar odadan çıktı, "polisi çağırın" diye bağırdı.<br />
Çakmak ve Özer de aynı şeyi istiyorlardı; "Polisi çağırın."<br />
"Etnik kimliğimiz alnımızda mı yazıyor?" diye bağırdılar, ama duyan olmadı.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Polis geldi, konu adliyeye taşındı.<br />
Sonuç elbette şaşırtıcı değildi.<br />
İki akademisyen hakkında, "Irkçılığın dik alası, sen görürsün, faşist" dedikleri gerekçesiyle hakaret davası açıldı.<br />
Akademisyenlerin idare mahkemesine başvurmak yerine başhekimle görüşmek istedikleri yadırgandı.<br />
Belizer'in ne durup dururken Kürtçe konuşup hocaları muhatap almaması, ne dışarıya attırması "ayrımcılık" soruşturmasına konu edildi.<br />
Sadece güvenlikçileri darp etmeye azmettirmekten hakkında dava açıldı.<br />
Sosyal medyadan konu anımsatıldığında, "Yalan söyleyen o.. çocuğudur" yazdı, "Nasıl hocasın, niye küfrediyorsun?" yazılınca, hesabını kapattı.<br />
Büyütülecek ne vardı?<br />
İki taraf da yargılanacak şimdi.<br />
Biri darp ettirmeye azmettirmekten, biri hakaretten.<br />
Yargı, zaten yapılanın "ayrımcılık" olmadığını, asıl bu iddiayla hakaret edildiğini söylemiş peşinen.<br />
Aslında iki akademisyeni de tanıyoruz. Birisi memleketi Tunceli'de, diğeri bir dönem çalıştığı Islahiye'de fişlendi.<br />
Fişlenenler sadece onlar değildi.<br />
Her iki olayda da bakkalından muhtarına, hocasından evhanımına kadar herkes fişlenmişti.<br />
İki soruşturmada da kimse hala suçlanmadı.<br />
Elbette sakıncalılar fişlenmeyip de ne yapılacaktı?<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Türkiye'de ayrımcılık nedeniyle açılmış davaların sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor.<br />
Zira hoşgörü yurdunda savcılıklara göre hiç ayrım yapılmıyor.<br />
Sosyal medyada birilerinin bir halkın bütünüyle öldürülmesini dilemesi suç sayılmıyor misal.<br />
Birilerinin depremden sonra "Allahın sopası yok" demesi de öyle.<br />
Yakılıp yıkılan parti binaları için, "Tepkisini göstermek isteyen vatandaşlar" yazılıyor tutanaklara.<br />
Yakılıp yıkılan dükkanların sahipleri elleriyle bulup teslim edildikleri kişileri ertesi gün karşısında buluyor.<br />
O yüzden işte, ne kadar büyük ve üst perdeden beraberlik mesajları verilirse verilsin, olmuyor.<br />
Operasyon bölgelerinde, gece zırhlı araçlar "mehter marşlarıyla" geçiyor.<br />
Duvarlarda, bölgedeki kadınlar için veciz mesajlar yazılıyor.<br />
Devletin resmi görevlileri kendisini "Kurt" diye niteleyip, en bozuk Türkçe'yle, dişlerine kan değmesiyle övünüyor.<br />
Göstermelik soruşturmaların açıldığını ise kimse anımsamıyor.<br />
Başınızı bir başka yöne çevirdiğinizde görmüyorsunuz, doğru.<br />
Ama unutmayın, bazen, hayatınızı öylece sürdürürken, bilmediğiniz bir akşamda büyük bir kalp kırılıyor.<br />
Ve uçurumlar, sonradan toprak taşınarak doldurulamıyor.<br />
<br />
<br />gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-70966528773049101732015-12-23T23:02:00.001-08:002015-12-23T23:02:08.266-08:00<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Tahir Elçi cinayeti skandalları<br />
<br />
Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi'nin öldürülmesinin üzerinden iki hafta geçti.<br />
Gizlilik kararı altında yürütülen soruşturma öylesine "gizli" ki mevzuata aykırı biçimde, ifadesi alınan polislerin isimleri bile tutanaklara yazılmıyor.<br />
Sadece sicil numaraları yazılan polislerin ifadelerinden küçük bir bölümü avukatlara veriliyor.<br />
Görüntüleri kare kare analiz eden, ifadeleri didik didik eden avukatlar ise hangi ifadeyi kimin verdiğini öğrenme şansına sahip değil.<br />
Bu konudaki itirazları da sonuç vermiyor.<br />
Adını ister iyi niyetle "tesadüfler zinciri", ister şüpheci biçimde "skandallar zinciri" koyun, cinayet öncesi yaşananlar inanılmaz.<br />
Hele ki Diyarbakır gibi devletin sürekli teyakkuzda olduğu bir kentte bunca "ihmalin" biraraya gelebilmesi ve şu ana kadar bununla ilgili yaptırıma gidilmemesi de anlaşılmaz.<br />
Tahir Elçi cinayetinin hemen ardından, bir gün önce polise saldırı düzenleyen 2 YDG-H'linin bindiği taksiyi polisin durdurduğu, taksidekilerin iki polisi öldürerek basın açıklaması yapılan sokağa girdiği ve burada çıkan çatışmada Elçi'nin öldürüldüğü ortaya çıkan çıplak gerçek.<br />
Avukatların çabası ve alınan ifadeler, o taksinin sadece şüphelenilerek durdurulmadığını, zaten takibe alınmış olduğunu ve Balıkçılarbaşı gibi kentin en yoğun bölgelerinden birine gelene kadar müdahale edilmediğini de açığa çıkarttı.<br />
Emniyet, savcılığa gönderdiği fezlekede, taksinin takibe alındığını ancak trafik yoğunluğundan müdahale edilemediğini açıkça bildiriyordu zaten.<br />
Haftalarca sokağa çıkma yasağının ilan edilebildiği bir kentte trafiğin durdurulup taksiye yoğun güvenlik önlemi altında müdahale edilmemesine ise şu ana kadar yanıt verilmedi.<br />
<br />
Saldırıyı önlemekle görevliydi<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Sicil numarası ile ifadesi alınan bir polis, olay sabahı telsizden gelen "4 ayaklı minare önünde Diyarbakır Barosu organizesinde Sur ilçesinde yapılan operasyonlarda güvenlik güçleri tarafından minareye sözde zarar verildiği yönünde basın açıklaması olduğu" anonsundan sonra Sur'a gittiklerini söylüyor.<br />
Baroyla ilgili bir etkinlikte terörle mücadele telsizinden anonsun "sözde" kelimesiyle yapıldığının altını çizelim.<br />
Bu "sözde" nitelemesinin nerelerde kullanıldığını unutmadan elbette.<br />
Aynı polis, anonsun ardından Balıkçılarbaşı, Urfa Kapı arasında basın açıklamasına bağlı olarak görev yapan güvenlik güçlerine karşı yapılacak herhangi bir saldırıya karşı görev aldıklarını söylüyor.<br />
Yani aslında basın açıklamasında görevli polise yönelik bir saldırı ihtimaline karşı da polis görevlendirilmiş durumda.<br />
Polis, 10 dakika sonra YDG-H'li 2 şahsın taksi ile geldiklerine yönelik istihbari bilgilerin gelmeye başladığını anlatıyor.<br />
Yani güvenlikten sorumlu polis, olay yerine doğru o taksinin geldiğini önceden biliyor.<br />
Aynı polis, emniyet fezlekesine paralel biçimde, aracı cadde üzerinde takibe aldıklarını ancak aracın görüş alanı dışında olması ve trafik yoğunluğundan durdurulmasının ve kontrolünün mümkün olmadığını vurguluyor.<br />
Hemen ekleyelim, bu esnada taksinin arkasında da takipte olan polis araçları, ekipleri var.<br />
Polis, "Araç trafikte bizden uzaklaşarak Balıkçılarbaşı istikametine yakınlaştığında şahısların bölgede bulunan ekiplerimize saldırı olasılığı değerlendirilerek aracın durdurulması ve şahısların incelenmesi için Haber Merkezine Ekip Amir Vekili tarafından bilgi aktarıldı" diyor.<br />
Bunca tedbire rağmen taksiye iki polis hiçbir önlem olmadan yaklaşıyor ve ikisi de öldürülüyor.<br />
<br />
Kimse görmüyor<br />
<br />
Olay yerinde birden fazla polis kamerası var.<br />
Hafta içinde bir polis kameramanının düştüğü anda çekimden çıktığı için kayıt yapamadığını anlattığı ortaya çıkmıştı.<br />
İstihbarat şubesindeki bir başka kameraman ise kayıttan hiç çıkmamasına rağmen Elçi'nin öldürülmesini kayda alamadığını anlatıyor.<br />
Polis, "Silah sesleri yoğunlaşmaya başladı...1 kişinin bize doğru koşarak geldiğini, daha sonraarkasında da 1 kişi bulunduğunu, bu kişinin de koşmakta olduğunu gördüm. Önde koşanı kameraya almaya çalıştım. Silah sesleri yoğunlaşınca araçla minareyi siper alacak şekilde yere çöktüm, hala kayıttaydım. Çöktüğüm sırada yerde yatan daha sonra Tahir Elçi olduğunu öğrendiğim şahsı gördüm. Bu sırada güvenlik şubede çalışan Mesut adlı polis arkadaşım mermisinin bittiğini söyleyerek belimdeki silahı aldı. Silahı aldığı sırada teröristler kaçmışlardı. Güvenlik şubedeki sicilini bilmediğim arkadaşımızın önde kaçan teröriste ateş ettiğini gördüm. Bunun dışında herhangi bir polis memurunu silah kullanırken görmedim. Tahir Elçi'nin vurulduğu ve yere düştüğü anı görmedim. Kaçan teröristlerin ateş edip etmediğini de bilmiyorum" diyor.<br />
Zaten tüm polislerin ifadesi neredeyse böyle; "Ben ateş etmedim, başka ateş edeni de görmedim."<br />
<br />
"Bir şarjör boşalttı"<br />
<br />
Basın açıklamasına katılan sivil bir tanık ise bambaşka anlatıyor yaşananları.<br />
Tanık, silah sesleri üzerine girdiği ara sokaktaki bir polisin, bir şarjör mermiyi boşalttığını gördüğünü söylüyor.<br />
Avukatlar, bu polisin saptanarak tutuklanmasını istedi.<br />
Önce saptanmasını istiyorlar çünkü tutanaklarda isim yazmadığından kim olduğunu bilmiyorlar.<br />
Şüpheli olarak ifadesi alınan da yok. Ya "tanık" ya "şikayetçi" polisler.<br />
Elçi'nin öldürülmesinin ardından sokağın boşaltılması için anons yapılıyor.<br />
Daha sonra ilk keşif 15.00'te gerçekleştiriliyor ama bu keşif de yarım kalıyor. Bu nedenle kanıtların yarısından fazlası toplanamıyor. Ancak 15.00'e kadar olay yerinde delil numaralandırılması yapılmış.<br />
Yani keşiften önce olay yeri inceleme ilk çalışmayı yapabiliyor.<br />
Bu durumda, ilk keşfe kadar geçen sürede, yani 15.00'e kadar olay yerine kimlerin girip çıktığının aydınlatılması gerekiyor. Bunun hala yanıtı yok.<br />
Taksiyle ilgili gerekli önlemleri almayanlara neden yaptırım uygulanmadığının da.<br />
Şüpheli konumunda olabilecek pek çok polis ise soruşturmada da görevli.<br />
Daracık bir sokakta onlarca kameradan tekinin bile Elçi'nin öldürülme anını çekememesi de ortada büyük bir soru işareti olarak duruyor.<br />
Soruşturmanın bu haliyle, tatmin edecek yanıtlar bulunması güç gözüküyor. gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-14275510133903415642015-12-23T23:01:00.006-08:002015-12-23T23:01:48.498-08:00<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
JİTEM, nakil hukuk ve Tahir Elçi<br />
<br />
Öldürülen Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi'nin vaktinin büyük bölümü nasıl geçiyordu biliyor musunuz?<br />
Bir gün Ankara'ya gelip JİTEM davasını takip ediyor, oradan Eskişehir'e gidip oradaki JİTEM davasını izliyor, oradan İzmir'e gidip bir başka davaya giriyor, kalan vaktinde Diyarbakır'da nasılsa kalmış davaları takip ediyordu.<br />
Elçi gibi bir grup yürekli avukat ve sivil toplum örgütü temsilcisi de o kentten o kente, hiçbir güvenlik önlemi de bulunmadan sürükleniyor.<br />
Bunların nedeni bir süredir sistematik uygulanan davaların nakli yöntemi.<br />
O kentin güvenli olmadığı gerekçesiyle davaların nakledilmesi.<br />
Davanın nakledildiği kentlerde yaşanmış olaylara ilişkin davaların ise başka kentlere gönderilmesi.<br />
Ali İsmail Korkmaz davasının Eskişehir yerine Kayseri, Abdullah Cömert davasının Hatay yerine Balıkesir'de görülmesi gibi.<br />
Yargı, 1990'lı yıllarda işlenen suçlara ilişkin davaları zamanaşımı sürelerinin dolmasına günler kala açtı.<br />
Bunun görülebilen iki nedeni vardı.<br />
Birincisi, davaların zamanaşımına girmesi ile şüphelilerinin aklanması arasında tercih kullanılması.<br />
İkincisi, yargının içindeki güç savaşları.<br />
Devlet aklı çalkantılı dönemden sonra devreye girince, davalar önce nakledilmeye sonra da beraatle sonuçlandırılmaya başlandı.<br />
CHP'li Sezgin Tanrıkulu'nun verdiği kanun teklifi, hukukçuların isyanı elbette duyulmadı.<br />
Bakın yıllar süren emekler sonunda açılabilen davalarda neler yaşandı:<br />
<br />
<a name='more'></a><br /><br />
* * *<br />
<br />
Silopi’ye bağlı Görümlü beldesinde 6 kişi, 14 Haziran 1993’te gözaltına alındı. Onlardan bir daha haber alınamadı.<br />
Dava 20 yıl sonra, zamanaşımı süresinin dolmasına 3 gün kala açıldı.<br />
Sanıklar, emekli Tuğgeneral Mete Sayar dahil olmak üzere o dönem görev yapan 6 subaydı.<br />
İlk duruşmadan sonra dava Şırnak'tan Ankara'ya alındı.<br />
O dönem askerlik yapmış isimler davada tanıktı.<br />
Kimi 6 köylünün nizamiyede dövüldüğünü anlattı, kimi sürüklendiğini, kimi köylülere ateş edildiğini.<br />
Mahkeme, tüm taleplere rağmen soruşturmayı genişletmedi.<br />
Sayar ve diğer sanıklar, Temmuz 2015'te beraat etti.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Derik'te önce Mehmet Erek kayboldu ortadan.<br />
Sonra Mazıdağı'nda bir cenaze bulunduğunu duyunca, Mehmet Erek olabileceği düşüncesiyle arabaya atlayıp giden Ahmet ve Ramazan Erek.<br />
Birkaç gün sonra üçünün cesetleri bir yolun kenarında bulundu.<br />
Derik'te 1992-94 arasında 13 kişi kaybedildi.<br />
Dava 20 yıl sonra açılıverdi.<br />
Mardin yargıya göre güvenli değildi, Çorum'a nakledildi.<br />
Karardan hemen sonra terfi ettirilen Musa Çitil'in yargılandığı dava beraatle bitti.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Van'ın Çaldıran ilçesinde 2009'da yakalanan iki PKK'lı ve onların kaçırdığı kişiyi öldürme emrini vermekle suçlanan emekli Albay Vecihi Halil İyigün ile 17 kişinin yargılandığı dava, ne hikmetse İyigün hakkında "yasadışı telefon dinleme" talimatı verdiği iddialarının gündeme gelmesinden hemen sonra açıldı.<br />
Duruşmalar Van'da başladı ve dava güvenlik gerekçesiyle Ankara'ya taşındı.<br />
Taraf avukatlarının keşif yapılması talebi dikkate bile alınmadı.<br />
Dava, 15 gün önce beraatle sonuçlandı.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Cizre'de işlenen 21 faili meçhul cinayetle ilgili dava da Eskişehir'e alındı.<br />
Dönemin İlçe Jandarma Komutanı Cemal Temizöz ve korucular dahil bütün sanıkların beraati kararlaştırıldı.<br />
Eskişehir 2. Ağır Ceza Mahkemesi, gerekçeli kararında beyaz Torosları da "Ülkemizde otomobillerde en çok kullanılan rengin beyaz olduğu yolunda istatistik mevcuttur. Ayrıca suç tarihi itibarıyla ülkemizde ve özellikle kırsal bölgede en çok kullanılan araç da ifadelerde bahsi geçen araçtır" gerekçesiyle akladı.<br />
O arabalar istatistikten ibaret sayıldı.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Yüksekova'ya bağlı Aşağı Ölçek Köyü'nde çoban Nezir Tekçi, 19 Nisan 1995'te gözaltına alındı ve kendisinden bir daha haber alınamadı. Dava uzun yıllar sonra açıldı ve Hakkari'den Eskişehir'e alındı.<br />
Eskişehir 1. Ağır Ceza Mahkemesi, iki emekli askerin yargılandığı davada suçu sabit görmedi ve beraatlerini kararlaştırdı.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
1993’te Diyarbakır Lice ilçesinde dönemin Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın dahil 16 kişinin öldürülmesi ve Lice’nin yakılmasıyla ilgili dava önce Eskişehir’e, ardından İzmir’e nakledildi.<br />
Nakilden hemen sonra iki sanıktan birinin Singapur'da yaşamını yitirdiği belgesi geldi.<br />
Tahir Elçi yükseltti sesini, "Mahkemenin her üyesini red ediyoruz. Sizinle bu yargılamayı kabul etmiyoruz. Siz bu davada taraf tuttunuz. Sizi sevmiyoruz da artık. Tunay Yanadağ ölmüş. Öldüğüne de inanmıyorum. DNA testi yapılmasını istiyorum. Bizzat bana işkence yapan kişidir. Mahkeme suç işlemiştir" dedi.<br />
Diğer sanık Eşref Hatipoğlu, duruşmaya bile beklenmedi. Ara celsede alındı ifadesi.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Diyarbakır Kulp'ta 1993'te 11 köylünün öldürülmesiyle ilgili dönemin Bolu 2. Komando Tugay Komutanı'nın da aralarında olduğu sanıklar hakkında dava açıldı.<br />
Dava Ankara'ya alındı.<br />
Bolu'dan bölgede görevli personelin listesini istedi mahkeme.<br />
Gelen yanıtta, 1999'daki Düzce depreminde, kalorifer borularının patlaması sonucu arşivin su altında kaldığı aktarıldı.<br />
En önemli evraklar artık "bulunamazdı."<br />
Muş Vartinis'de yakılan evlerinin içinde ölen ölen ailenin davası Kırıkkale'ye nakledildi.<br />
Yazar Musa Anter'in öldürülmesine ilişkin dava Ankara'ya...<br />
Dilde meşruiyet kazanmış "90'lar karanlığı" ifadesi bile yetmiyor yargıya.<br />
Büyük bir karanlık aklanıyor tane tane, farklı yöntemlerle.<br />
Bir avuç insan da sürükleniyor bir umutla, oradan oraya.<br />
<br />
<br />
<br />gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-12808442841956336282015-12-23T23:01:00.004-08:002015-12-23T23:01:25.792-08:00<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Tahir Elçi'den sonra<br />
<br />
Bu ülkede bu mesleği yapıyorsanız, hangi dönemde olursa olsun öğrenirsiniz hemen klişeleri:<br />
"Müfettiş görevlendirildi", "Operasyon başlatıldı", "Gerekenler yapılıyor" ve "toprağa verildi."<br />
Sokak ortasında katledilmiş, mutlaka bir selam vermişliğiniz olan kişinin cenazesinde bakarsınız çevrenize:<br />
Sıra kimde?<br />
Bu kez Tahir'de.<br />
Tahir Elçi durman koşturdu; bir cenazeden diğerine, bir insan hakları eğitimden boşaltılmış bir köye, bir işkence mağdurunun itibar edilmeyen ifadesinin eksiksiz tutanağa geçmesi için mahkemeye, oradan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne, gözyaşının aktığı her bir göze.<br />
Bir gün sıra geleceği belliydi de onca yıl, 90'lar geçildikten sonra 2015'te...<br />
<br />
* * *<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Dün sosyal medyaya çoktan düştüğünde haberi yoktu henüz ailesinin.<br />
Elbette alışıktır da Diyarbakır'da yaşayanlar hastanelere umutsuz gitmeye.<br />
1991'de Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra Diyarbakır'da çalışmaya başladığını anlatıyordu bültenler.<br />
Tam değil öyle.<br />
Cizreli Tahir Elçi, bitirdikten sonra fakülteyi döndü memleketine.<br />
Genç bir avukattı, Cizre'de "beyaz toroslar" vardı, herkesin bildiği JİTEM'i Ankara reddediyordu bıyık altından güle güle.<br />
Tahir Elçi, hızlı başladı.<br />
Köylerinden alınıp geri getirilmeyenlerin, kuyulara atılan bedenlerin, işkenceden geçirilenlerin avukatıydı.<br />
Elbette kolay değildi böyle çalışmak Cizre'de.<br />
Geçtiğimiz günlerde "JİTEM'ci değil" denilerek beraat ettirilen sanıklardan biri ifade verdi:<br />
"Örgüte çalışıyor."<br />
İşaret verildi, sürek avı başladı, Elçi'nin bürosu hemen basıldı.<br />
Gözaltında işkenceyle tanıştı.<br />
Ofisi talan edildi, binbir zorlukla elde ettiği evrakları dağıtıldı.<br />
Çıktığında, çıktığına sevinmemesi gerektiğini fısıldayanlar dört yandaydı.<br />
Öldürülebileceğini anladı.<br />
Evini, ofisini derledi topladı, daha güvenli diyerek Diyarbakır'a taşındı.<br />
Ama vazgeçmedi.<br />
Bir eli Cizre'deydi, bir eli Kuşkonar Köyü'nde, bir eli Diyarbakır'daydı, bir eli Lice'de.<br />
Tehditlere aldırmadı, beyaz toros sürekli ofisinin önünde.<br />
İnsan Hakları Derneği ile çalıştı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı'yla, faili meçhul cinayetlerini aydınlatmaya çalıştı ve korumaya çalıştı yakılmış köy topraklarını.<br />
Bir dilin peşindeydi, bütün iklimi değiştirecek bir dilin.<br />
Birbirinin ne konuştuğunu anlayabilmek, birbirini dinleyebilmek için bir dil gerekliydi.<br />
Dışarıdan kim gelirse gelsin Diyarbakır'ı sevdirdi.<br />
Diyarbakır'a gidenlerin ilk adresiydi.<br />
Hızlı konuşur, hızlı hareket eder, her yere yetişmek için dört dönerdi.<br />
Belki aldırmazlıktı bütünüyle o tezcanlı hareketleri.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Eskişehir'e nakledilip beraatle biten JİTEM davasında, yaşamını cehenneme çevirenlerle yüzleşti.<br />
Bir bir sıraladı öldürülen gençlerin isimlerini.<br />
Cesaret, hamasetle değil, sokakta, mahkemede, köyde, kentte gösterilebilecek bir şeydi.<br />
Geride bıraktığımız o kederli yazın bir bölümünü Cizre'de geçirdi.<br />
Sokağa çıkma yasağından kalan ölümleri araştıran ilk heyetteydi.<br />
Diyarbakır Barosu'nun raporunu açıkladı, elbette rapor da "tepki" çekti.<br />
Mühim değildi.<br />
1993'te Lice'de Tuğgeneral Bahtiyar Aydın dahil 16 kişinin öldürüldüğü dosyası, Roboski'yi, Kuşkonar Köyü'ne uçaklardan bomba atılması davasını, JİTEM'i ısrarla takip ettiğinde de çekmişti.<br />
AİHM'de ardı ardına kazandığı davalar, Türkiye'de adaleti getirmese de hakikaten kalple çalışanları da bütün o sahte kahramanları da deşifre etti.<br />
Televizyonda kimseyi şiddete davet etmeden, kimse için şiddet çağrısında bulunmadan radikal bulunan fikirlerini söyledi.<br />
Tam da kendisine uygun biçimde, AİHM kriterlerini bütün ülkeye öğretmek ister gibiydi.<br />
Tutuklanmak istendi.<br />
Çağırsalar gideceği ikinci adresi adliyeye, polis nezaretinde "davet edildi."<br />
Tutuklansa belki dün öldürülmeyecekti.<br />
Ama elbette tutuklanınca öldürülmemek seçeneği sadece dün için geçerliydi.<br />
O cennet dilini bulabilmek uğruna, tutuklanma ile ölüm arasında tercihe zorlayan bir hayat geçirdi.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Fail kim olursa olsun, mutlu olanlar çok belirgin şimdi.<br />
Daha da huzurlu bir hayat yaşayacaklarını düşünüyor birileri Tahir Elçi gittiğinde.<br />
"Unutulmayacak", "tarihe geçti" sözlerinin anlamı yok, evet.<br />
Yeni ve eski mukayeselerinin de.<br />
Karanlık da aydınlanmıyor birileri öldüğünde ama durmuyor bir avuç da kalsalar cesur insanlar, sıkça buluşsalar da cenazelerde.<br />
Zira yok edilemiyor cesaret, soruşturma, dava, işkence, yakıp yıkma ya da faili meçhulle.<br />
<br />gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-84709636037347424122015-12-23T23:01:00.002-08:002015-12-23T23:01:05.448-08:00<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
"Kestim kara saçlarımı"*<br />
<br />
Bazı çocuklar, fırtınanın içinde doğarlar ve savrulmaktan kurtulmak için mücadele etmeleri ölmeleri demektir.<br />
Bazı çocuklar, fırtınaları uzak bir masalda dinleyen yaşıtları gibi korkmaz, gerekirse kara saçlarını da kesebilir.<br />
<br />
* * *<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Dilek Doğan'ın, anne ve babasının bakmaya kıyamadığı belinin altına kadar uzanan kara saçları vardı.<br />
Maraş Afşin'de Serkizçay'da doğdu.<br />
Serkizçay denilince "sakıncalılar" dışında kimse bilmiyor şimdilerde.<br />
1946'da, ismi değiştirilirken Türkçayırı yapılmış eski isminden eser kalmasın diye.<br />
Doğan ailesinin tek kızıydı, 4 erkek kardeş bir de Dilek.<br />
En küçüğün bir büyüğü kızını yere göğe koyamıyordu ailesi.<br />
Ailesinin O 3-4 yaşındayken taşındığı İstanbul Armutlu'daki çocukların güzel ablası, ağabeylerinin güzel kardeşi.<br />
En çok babası sorgusuz sualsiz götürüldüğünde ağlamıştı.<br />
İstanbul'daki çocukluğu tam 6 yıl babasının cezaevinden dönüşünü beklemekle yaşlanmıştı.<br />
Babası çıktığında, "avukat olacağım" demişti; "belki bir daha senin gibi insanları götürmezler."<br />
Olamadı.<br />
Zordur Armutlu'daki çocukların istediğini olmaları.<br />
Ama derslerinde çok başarılıydı.<br />
Üniversite sınavına girdi, o yokluk içinde, Maraş'ta, Bursa'da okullar kazandı.<br />
Gidemedi.<br />
Zordur fişlenmiş bir ailenin çocuğunu uzaklara yollaması.<br />
İşe girdi, eğabeyinin düğünün olduğu gece de "çalışacaksın" denilince, haksızlığa karşı sessiz kalamadı.<br />
Son olarak bir mağazada işe başladı, okuyan kardeşine para gönderiyor, ağabeyinin kredisine destek oluyordu ödüyordu, seviyordu işini.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Doğan ailesinin evi her operasyonda basılırdı.<br />
Bir kere girmişti isimleri listeye, bütün aile alışıktı.<br />
Birilerinin ilk kez başlarına gelince yakındıkları "sabaha karşı çalan kapı", Doğan ailesi için sadece bir rutinin parçasıydı.<br />
Ama elbette olabilirdi sadece başlarına gelince yakınanlara göre, Armutlu'da değil de nerede çalınacaktı ki kapı!<br />
Dilek her seferinde öfkelenirdi.<br />
Girdikleri yer evleriydi, arama yapılacaksa da özen göstererek, etrafı dağıtmadan, annesini üzmeden yapmalılardı.<br />
Belki artık son sonra hassasiyeti bildiklerinden daha önce yapılan bazı aramalara gelenler, yanlarına muhtar ya da bir komşuyu alır, kapıyı çalar, galoş varsa giyer, yoksa ayakkabılarını çıkartır, aramayı yapardı.<br />
18 Ekim gecesi ise her şey farklıydı.<br />
Mahallenin gençleri ve Dilek'in şehir dışından uçakla geceyarısını geçtikten sonra gelen ağabeyi apartmanın önünde sohbet ediyordu.<br />
Polisler gelince sabahın 04.00'ünde ağabeyi açtı o yüzden kapıyı.<br />
Önce Dilek'i uyandırdı.<br />
Anne ve babasını uyandırmasını söyledi, annesi her seferinde olduğu gibi korkabilirdi, Dilek uyandırdı anne ve babasını.<br />
Sonra kapının önüne geldiler.<br />
Dilek, uyardı polisleri; Ya ayakkabınızı çıkartın, ya galoş giyin.<br />
İçlerinden biri Dilek'ten kimliğini istedi.<br />
Dilek verince, "Bu sen misin?" dedi.<br />
Tek tek soruyordu kimlikteki bilgileri.<br />
Dilek öfkelendi.<br />
Öfkeli polis dışarı çıkıp geldi, "galoşumuz yok" dedi, polislerden ikisi ayakkabısını çıkartıp girmişti.<br />
Bir anda öfkeli polisin elinde silah belirdi, ne olduğunu anlamadan o silah ateşlendi, Dilek'in bedeninden girip çıkan kurşun, Doğan ailesinin evinde de artık büyükçe karanlık bir delikti.<br />
Aynı polis, metrelerce ötedeki kardeşini göstererek, "Oğlun vurdu kızını" dedi.<br />
Ne arbede ne boğuşma vardı o sırada, iki polis evin içindeydi.<br />
Sonra polisin elinden yeniden sıkmasını engellemek için silahı almaya çalıştı aile.<br />
Dilek ayaklarının dibinde yerdeydi.<br />
Kızlarını güçlükle çıkartıp o arbededen bütün aile hastaneye gitti.<br />
Evdeki polisler ise önce kovanı arayıp, sonra köşe koltuğun arasına sıkıştığından bulamayınca, kaçarcasına gitti.<br />
Evde duruyor hala çıkarttığı ayakkabılarının tekleri.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Günlerce hastanede direndi Dilek, sonra son nefesini verdi.<br />
Kaçırdı hastaneden polis, sakıncalı olabilirdi cenazesi.<br />
Otopsiden sonra para bile teklif ettiler aileye, "Biz ödeyelim memlekete gömün, getirmeyin Gazi'ye."<br />
Güçlükle kızlarının cenazesini teslim alabildi aile.<br />
Saçlarını yıkadılar, üşümesin diye kuruttu, ördü ailesi.<br />
Eline kına yaktılar.<br />
Sırtı acımasın diye toprağa serdiler battaniyesini.<br />
<br />
* * * <br />
<br />
Dosya için gizlilik kararı alındı, ne tutuklama, ne başka şey var şimdi.<br />
Elbette biliyoruz olası bütün gelişmeleri.<br />
Ve dosya gizlenirken, gizlenmesin diye Doğan ailesi, geçtiğimiz günlerde polisler Tunceli'de okuyan kardeşinin evini "ziyaret" etti.<br />
"Dilek Doğan vurulduysa da boşuna vurulmadı, kimbilir ne yaptı?" izlenimini yaratmak ne de olsa önemliydi.<br />
Oysa bunca "yüce amaçlara" rağmen basittir hayat neticede; misal babası için "Her sabah ben öper giderdim. Şimdi hayal oldu her şey" basitliğinde.<br />
Basittir hayat neticede ve daha da basitleşir anlam; evinizi kirletmeye hakları olmadığını söyleyecek, yani kara saçlarınızı kesecek kadar cesaretlendiğinizde.<br />
* (Gülten Akın)<br />
<div>
<br /></div>
gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-73691403286830565882015-12-23T23:00:00.003-08:002015-12-23T23:00:34.911-08:00YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Göç ve Silvan<br />
<br />
Büyük puntolar ve sessizlik.<br />
Ne olup bittiğine dair, dışarıdan bakan herkesi kutuplaştıran, "ya ondan ya bendensin" çizgisinde tutan, insanlığı, hakları, vatandaşlık bağını da dışarıda bırakan o tanıdık dil.<br />
Özel harekatçıların memleketin bir ilçesinin duvarına, "elbette teröristlerden temizlendiğine göre" halkın okuması için spreyle yazdığı, "Kurdun dişine kan değdi" mesajı.<br />
Elbette asla soruşturulması akla dahi gelmeyen o mesajı yazarken ortaya çıkan, bozuk, öğrenilememiş Türkçe'nin anlattıkları.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<a name='more'></a><br /><br />
Silvan'da bir kuşak çocuk daha savaşla büyüyor.<br />
TBMM'nin 90'lı yılların sonunda yaptığı çalışmaya göre, çatışmalarla geçen yıllarda 2 bin 663 köy boşaltıldı.<br />
Yüzbinlerce kişi, köylerini, tarlalarını, evlerini bırakıp kentlere taşındı.<br />
Göç-Der'in aynı dönemi kapsayan araştırmasına göre boşaltılan köy sayısı 4 bin 500.<br />
Hepsinde açıklanan resmi gerekçe "PKK baskısı"ydı.<br />
Köylüler ya tehdit edildikleri ya da destek verdikleri gibi gerekçelerle topraklarından uzaklaştırıldı.<br />
Kentlerde ise durum acımasızdı.<br />
Kimselerin oturmayı tercih etmeyeceği, kent sakinlerinin itinayla uzak durduğu mahallelere yerleşmeleri herkes için doğaldı.<br />
Elbette, zaten okul görmemiş insanların yoksun okullarda okuması.<br />
Ve o kadar kalabalık ailelerin çocuklarının okuyamaması.<br />
Elbette yaşayabilmek için hepsi birer iş yapacaktı.<br />
Bir çocuk cam silebilirdi örneğin, biri çıraklık yapabilirdi, biri sanayide çoktan çocuk işçiydi, birinin bütün yaşamı ayak işleri.<br />
Zordu, ama yaşıyorlardı.<br />
Birileri ise her zamanki gibi rahatsızdı.<br />
Buralar ne kadar değişmiş, nasıl da bozulmuş, bu insanlar da nereden çıkmışlardı?<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Tatil beldelerinde onlar vardı, büyük kentlerin meydanlarında, boşaltılan köylerine en yakın kentleri zaten çoktan doldurmuşlardı.<br />
Nasıl ama nasıl büyük bir "rahatsızlıktı."<br />
Sonra, bitmeyen savaşların elbette maliyetleri vardı.<br />
Herkesin birden içine düştüğü büyük çukurlar.<br />
Hep beraber, farkında olmadan az ya da çok kaybedilen güzel zamanlar.<br />
Çatışmalar, "örgüt artık şehirlerde" denilerek ilçelere, kentlere taşındı.<br />
Sokağa çıkma yasakları, sokağa çıkmayan insanların evlerinin dolabında çocuklarının ölülerini saklamaları.<br />
"Bu nedir?" diye bile sormadan yağan hakaretler.<br />
Uzaktan uzaktan gelen huzur ve güven mesajları.<br />
Sessizliği yırtmak adına okulun duvarına yazılan "ses ver" yazısına tahammül edemeyen muazzam kamu malı duyarlılığı.<br />
Seçime tahvil edilmiş yüksek sesler.<br />
İstediği sonuç çıkmayınca kafasına kuma gömmüş, örtülü örtülü memnun yüzler.<br />
20 yıl sonra her şey bir başka zeminde konuşulduğunda elbette yine utanmayla söylenmeyecek olan ve şimdiden duyulabilen "evet ama" diye başlayan cümleler.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Silvan'dan bir gecede 10 bin kişi göç etti diyordu başlıklar.<br />
Özel izinle girilmiş mahallede spreyle yazılmış, kazanılmış zaferi müjdeleyen sloganlar.<br />
O sloganları elbette kimseler hemen silmeye cesaret etmediği için okuyacak geride kalmış çocuklar.<br />
Savaşla büyümüş çocuklar, ölümü tanıyan çocuklar, ölülerden korkmayan çocuklar.<br />
Silvan'dan bir gecede göç eden 10 bin kişi nereye gider?<br />
Boşaltılmış köyüne değil elbette.<br />
Peki "hassasiyet" başlığıyla linç edilebileceği bir başka kente?<br />
Silvan'da doğmuş, bir başka yerde yaşamayı düşünmemiş birisi Silvan'da nasıl yaşar?<br />
Artık başımızı bile döndüremeyen o hızın gerisinde öylece kendi kendine yaşamaya çalışan insanlar.<br />
<br />
<br />
<br />gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-12693884811190254602015-12-23T23:00:00.001-08:002015-12-23T23:00:12.875-08:00<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Jötem Jitem<br />
<br />
Yıllar geçse de üzerinden, bin yıl geçse de manasız yargılamalarla beraatler üzerine beraatler verilse de elinize sinmiş kan kokusu öyle aşırı milliyetçi rüzgarlarla geçmiyor.<br />
Öldürdüğünüz kişiyle ilgili dosya tam kapanmışken bir dönem kolayca tehdit ettiğiniz oğlu-kızı çıkıp hesap soruyor. Bitti diyorsunuz, nereden çıktığını anlamadığınız bir kalabalık "adalet" diye bağırıyor. Onları kimselerin inanmadığı kararlarla bertaraf ettiğinizi sandığınızda torunları çıkıp, artık olmayan sizin itibarınızı sorguluyor.<br />
Ne cüret.<br />
Bazen aslında herkes, sussa da gerçeği bilir.<br />
Bazen "hak etmiş teröristlerdir" susmasına neden, bazen "elini soğutmamaktır."<br />
Ama herkes bilir.<br />
Ama bitmez bakın, öldürmekle de susmakla da bitmez.<br />
İşte orada, Şili'de, Pinochet rejimi tarafından öldürüldüğü gayet bilinen ama "teröristler" denilerek ölümlerine sessiz kalınan insanların hesapları soruluyor eninde sonunda.<br />
İşte daha dün insanlık tarihinin minnetle andığı Neruda.<br />
Ve insanlık tarihinin hiç de kahraman diye anmadığı Pinochet diğer tarafta.<br />
Zira ne adına ve hangi kutsallık nedeniyle yapılıyor olursa olsun, zulmün izleri silinmiyor madalyalarla.<br />
<br />
<a name='more'></a><br /><br />
* * *<br />
<br />
1993-95 yılları arasında görev yaptığı Cizre'de kendi deyimiyle polisin görev alanındaki 3 mahalleyi "kendisine bağlayan" emekli Albay Cemal Temizöz'ün, korucubaşı ve nasıl oluyorsa o rütbeden sonra belediye başkanı Kamil Atağ'ın da yargılandığı 21 insanın öldürülmesine yönelik dava beraatle sonuçlandı.<br />
Temizöz'e göre, Cizrespor'un maç yapacağı bir Cizre bırakmıştı.<br />
Kenan Evren'in huzurlu Türkiyesi gibi.<br />
Bir tarafta kuyulara atılan ölülerin ağıdını sessizce yakan, öldürülen babasıyla aynı aileden gözükmemek için soyadını değiştiren, sırf kayıp yakınını bulmak için aday olan Kamil Atağ'a giden ve "aileniz oy verirse söylerim" yanıtını alınca açık açık, herkesin göreceği şekilde oy veren insanlar, bir tarafta var sanılan huzur.<br />
Üstün hizmet.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Ali İsmail Korkmaz'ın davasının görülmesi için güvenli bulunmayan Eskişehir'e güvenlik nedeniyle nakledilen davanın son duruşmasında, orada içten içe ağlayan mağdurların gözlerine baka baka, alay eder gibi keyifle konuştu sanık Adem Yakın:<br />
"Ben görevimi yaptım. Jitem’de çalışmadım. Jitem’in ne olduğunu bilmem. Ben bir tek Jötem’i bilirim. O da Fransızca seni seviyorum demektir. Jitem’de çalıştığımı iddia ediyorlar bunu ispat etsinler."<br />
Aynı Adem Yakın, 2010'da ise "Ben efsanevi bir adamım. Beni Genç Osman diye yetiştirdiler" diyordu.<br />
"Jitem'i bilmem Jötem'i bilirim. Kanıtlasınlar."<br />
Biliyor musunuz, tüm sanıkların beraat ettiği o dosyada Jandarma Komutanlığı'nın bahçesinde çekilmiş beyaz Toros'un fotoğrafı bile var.<br />
Başlangıçta her şeyi anlatan tanıkların tehdit edildiğini gösteren mektuplar.<br />
Valilere, avukatlara, mağdurlara gönderilen tehdit içerikli notlar.<br />
Ama savunması ne kolay.<br />
"Bunlar Sorosçu. Biz görevimizi yaptık. Bölge huzura kavuştu. AB'den büyük Türkiye var. Avukatlar PKK'lı..."<br />
Bilindik, tanıdık ve hep işe yarayan ezber cümleler.<br />
ABC'den başlayalım.<br />
Kural 1:<br />
Devlet, anayasa ve yasalarda belirlenen sınırın dışına çıkıp insan öldüremez.<br />
Kural 2:<br />
"Ama örgüt de yapıyor" bir savunma değildir.<br />
Ama bunlar yapılır.<br />
İnsanlar öldürülür, öldürenler korunur, adaletten söz edilebilecek zamana kadar elleri soğutmamak hatrına yüzleşme durdurulur.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Temizöz ve diğer sanıklar son duruşmada kendilerinden elbette emindi.<br />
Cemaat künyeli davaların açıldığı dönemde açılan davanın sanıkları olarak, iklim elbette lehlerindeydi.<br />
Ama bu davada biliyor musunuz ne dijital deliller vardı, ne sonradan eklenen notlar, ne alakasız biçimde dosyaya eklenmiş sanıklar, ne telefon dinlemeleri, ne delil uydurma iddiaları.<br />
Bütün bölgenin bildiği sanıklar, bütün bölgenin bildiği cinayetler, bütün bölgenin bildiği olaylar, bütün bölgenin bildiği kanıtlar.<br />
Her iki taraf da elbette biliyordu gerçeği.<br />
Şaşırtıcı olan zaten yargılamanın kendisiydi.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
"Yahya ile Aziz sigara satarken yakalanmışlardı. Gözaltına alınmışlar. Yaşları küçük, bırakırlar dedik. Yahya 17, Aziz 13 yaşındaydı. Kuzenlerdi. Bırakılmayınca ikisi de endişelendik. JİTEM aldı dediler. Ertesi gün savcılığa dilekçe verdik. Holan tarafındaki köylüler geldi. Bize Holan tarafında arayın dedi. Gittik, taşların altında 4 cesedin olduğunu gördük. Oğlum Yahya'nın yüzük parmağı yarısına kadar kesikti. Yüzüğü de yoktu. O günden bu yana soruşturma yapılmadı."<br />
Son duruşmada o yüzüğü için kesilen parmaktan dolayı, binbir gecedir uyuyamadığını anlattı bir anne.<br />
Elbette uzun yıllar olmadığı varsayılan yasak bir dille.<br />
İşe yaramadı.<br />
Zira, ışığı kaybolmamış madalyaların parlaklığı hala gözleri kamaştırıyordu geride.<br />
<div>
<br /></div>
gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-90813602352310459392015-10-26T07:37:00.003-07:002015-10-26T07:37:45.885-07:00<br />
<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Tehlikeli cenaze<br />
<br />
28 Ocak 1983'te, sabahın 5'inde polis Yukarıgöz ailesinin gecekondusunun camına hızlı hızlı vurdu.<br />
Aysel Yukarıgöz, sabahın köründe cama değil de yüreğine yüreğine hızlıca vuran o elden çıkan ürkütücü sesin anlamını biliyordu.<br />
<br />
<br />
<a name='more'></a><br /><br />
Oğlu asılmıştı.<br />
Birileri sabah bir bildiriyle teröristin asıldığını açıklayacaktı.<br />
Aysel Yukarıgöz için o "terörist" yürümeyi öğrenen, annesinin kolunda sakinleşip ağlamayı kesen, diş çıkartırken ateşlenen, gülücüklerle dertlerinin tamamını unutturan, sonradan boyu boyunu aşmış, gözbebeğine bakmaya kıyamadığı bir bebekti.<br />
Hızla yollandılar idamın yapıldığı Gölcük'e.<br />
Ertesi gün verilmedi cenaze.<br />
Çağırdılar Ramazan ve diğer asılan 3 kişinin ailelerini ertesi geceyarısı gelince.<br />
Tabutları mühürlüydü, öylece gömeceklerdi ki Aysel Yukarıgöz, oğlunun tabutunun mührünü söktü.<br />
Kefeni yoktu, battaniyeye sarmışlardı, çorabı ayağında.<br />
Sanki hiç darağacına çıkmamış gibi gülüyordu Ramazan annesine.<br />
Devlet yerli yerindeydi, annesini tuttu birkaç asker, kalanları kefensiz gömdü idam ettiklerini.<br />
Artık bağıra çağıra, ağzına geleni söylüyordu Aysel Yukarıgöz, toprak kapandı, "merasim" bitti.<br />
Polis "gelmesi gerektiğini" söyledi.<br />
Haykırışı tutanak altına alınmıştı, hakaret vardı, yargılanmalıydı.<br />
Savcılığa çıkartıldı gözlerinde oğlunun yaşları.<br />
4 polisten sadece biri, "Bilinçsizdi, oğlunu kaybetmişti" diye ifade imzaladı.<br />
Tutuklandı, Metris Cezaevi'ne atıldı.<br />
İlk akşam gelen rütbeli bağırdı: "Örgüt mü kuruyorsunuz mezarlıkta?"<br />
Örgüt mü, oğlu asılmıştı.<br />
Cezaevinde 12 gün kaldı, kalbi ise ömür boyu gözyaşına mahkum bırakılmıştı.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
"Cezasızlık" kültürü, sadece devletin taraf olduğu suçlarda sanıklara ceza verilmemesiyle sınırlı değil.<br />
Ailelerin "kötü" çocukları için cezalandırıldığı, devasa bir kültürden söz ediyoruz.<br />
Hesap soramadıkları, bazen ağlayamadıkları, bazen dövüldükleri, bazen yok sayıldıkları.<br />
Ve bazen çocuklarının mezarlarına, topraktan çıkartmasınlar diye betonla kapladıkları.<br />
Bazen, ölümünden sonra yollarda sürüklenen ölü çocuklarının yaralarını kapatıp, geceyarısı cenazeyi alelacele toprağa yatırdıkları.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Aziz Güler'in cenazesi 21 Eylül'den bu yana sınırın diğer tarafında, ailesinin ziyaret edebileceği toprağa dönmeyi bekliyor.<br />
Sınırın dört yanından, ne şekilde ve hangi nedenle ölürse ölsün, cenazeler rahatça Türkiye'ye getirilirken, Suruç'tan cenaze girişine izin verilmiyor.<br />
Rojava bölgesine IŞİD'e karşı savaşmak için giden, IŞİD tarafından döşenen mayına basarak yaşamını yitiren Güler'in cenazesini getirmek için çalınmadık kapı kalmadı.<br />
O kapılardan nasıl dönüldüğünü ağabeyi Ersin Güler anlatsın:<br />
"Kardeşim Serekaniye bölgesinde yaşamını kaybetti. Oradaki morga koymuşlar. Jenaratörle aydınlanan, günde 10 saat elektriğin kesik olduğu bir hastane. Suruç Kaymakamlığı 'Bakanlar Kurulu kararı var, cenaze alamıyoruz' dedi. Avukatımız araştırdı, o karar bulunamadı. Yazılı başvuru yaptı. Yanıt yok. İdare mahkemesine başvurduk. CHP'li, HDP'li vekilleri aracı yaptık. Anayasa Mahkemesi'ne başvurduk, reddetti. Maddi, manevi bütünlüğümüze zarar gelmiyormuş. BM İşkenceyi Önleme Komitesi, AİHM başvuruları var. Çıkacak karar uygulanır mı, bilmiyoruz. Babam, cenazenin başında bekliyor. O hastanede kardeşimin bedeninde tahribat oluştuğundan Kamışlı'daki bir hastaneye götürdük cenazeyi. Babam da Aziz'i iyi tanıyan köylülerin yanında gece kalıyor. Sonra hastaneye gidip kardeşime bakıyor. Bu süreç bitene kadar kalacağını söylüyor. Son olarak yeniden Suruç Kaymakamı'na sorduk. 'Benim yapacağım bir şey yok. Ankara'nın sözlü emri var. Alırsam beni burada tutmazlar' dedi. Devlette sözlü emir mi olur? Babamla ilk olarak gittiğimizde, geçişine izin verilmeyen 16 cenazeyi aileleri Kobani'de defnetmişti. Sonra 3 cenaze daha orada defnedildi. Bir tek bizim cenazemiz var bekleyen. Aziz, İstanbul'da doğup büyüdü. Yıldız Teknik Uluslararı İlişkiler son sınıftaydı. Ailesi, arkadaşları burada. Buraya gömeceğiz kardeşimi."<br />
Ailenin avukatı Sinan Varlık ise bir türlü varlığı kanıtlanamayan Bakanlar Kurulu kararına karşı hukuki mücadeleyi sürdürüyor.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Bir polis aracının ardından bir cenaze sürüklendiğinde, devletin en tepesinden başlamak üzere bütün sorumlular, "Dinimizde de yasalarımızda da yeri yok" diyor.<br />
Evet, yeri yok.<br />
Ve cenazelerin de bir hesabı yok.<br />
Kapanmış bir defter, silinmeyecek izler ve sadece yakınlarına acısı kalacak gülüşler.<br />
Sonu belirsiz bir hesaplaşmanın tarafı değil ölüler.gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-21797885016697834012015-10-23T03:07:00.001-07:002015-10-23T03:07:27.893-07:00<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
"Aşırı hassasiyet" ve linç şefkati<br />
<br />
Cennet ülkenin, en cennet köşelerinden birinde, ekmeğini o cenneti görüp, hayran kalmak için gelenlerden kazanan ve elbette yardımsever, elbette şefkatli, elbette anlayışlı, elbette misafirperver insanlar var.<br />
Bu mühim özellikleri de çok iyi bilindiğinden, o insanlar ne yaparlarsa yapsınlar ceza almazlar.<br />
Olmaz ya mutlaka ceza almaları gereken bir durum yaşanmışsa, olmaz ya o durumdayken yakalanmışlarsa da anlamak lazım.<br />
Ya tahrik edilmişlerdir, ya aşırı hassastırlar.<br />
Ve birlik-beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu günlerde öyle tutuklama gibi yaptırımları uygulamak, kardeşliği aşırı biçimde bozar.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Manavgat'ta, Türkiye'nin dört bir yanında olduğu gibi 8 Eylül'de "aşırı hassas" vatandaşlar aniden sokağa çıktı.<br />
Türkiye'nin dört bir yanında olduğu gibi hedef belliydi.<br />
HDP ilçe binası yakıldı, bir egemenlik alameti görülen tabela indirildi, Türk bayrağı asıldıktan sonra binanın içindeki eşyalar aşağıya atıldı.<br />
Tesadüf ya binada kimse yoktu, olsa muhakkak ki o da atılacaktı.<br />
Bununla kalmadı.<br />
Sosyal medya mesajlarından görülüyor ki, üye listeleri, partiye gidip gelenler, telefonları, adresleri de alındı<br />
Yine sosyal medya mesajlarından görülüyor ki o adreslere, üstelik de yakınlık sırasına göre baskın yapılması kararlaştırıldı.<br />
Dükkanlar, arabalar yakıldı, içeride bulunanlar dövüldü, kasaları, camları, çerçeveleri dağıtıldı.<br />
Sırasıyla dükkanlar yağmalandı.<br />
Durmuyordu nasılsa kalabalık.<br />
Sosyal medya mesajları da.<br />
AntiPKK adı verilen hesaplardan bilgiler paylaşıldı:<br />
"Side ... sokağında çok sayıda esnaf ve sokak bitiminde limanda ...restoran. Zarfla para yolluyorlarmış."<br />
"Kesin bilgi, ... otel lojmanı, 40 kişi 30 Ağustos'ta bayrak yakmaktan istihbarat tarafından alınıp serbest bırakılmışlar."<br />
"Kalabalık ekiple ... gidiyoruz, bilginize."<br />
O mesajlar da nereler işaret edildiyse hepsi eksiksiz basıldı.<br />
<br />
* * *<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Gariptir; 8 Eylül'den 2-3 ay kadar önce benzer bir gece daha yaşanmış, yine basılan, yine tabelası indirilen partiden bir takım evraklar yine itinayla toplanmıştı.<br />
Elbette yargı işin başındaydı, o akşam olan biteni yakın takibe almıştı.<br />
Yakın takip bitmemiş olacak ki, 8 Eylül akşamına kadar hiçbir şey yapılmadı.<br />
Ve o akşam, basılan işyerlerinden birinde, büyük bir arbede yaşandı.<br />
Zira insanlık tarihindeki örneklerle kural bellidir; birileri birilerini linç etmeye çalışırsa, birileri de karşılık verir.<br />
O akşam, bıçak darbeleriyle dükkanlara saldıran kalabalıktan birisi yaşamını yitirdi, iki kişi de yaralandı.<br />
Jandarmaya göre şüpheli, dükkanı saldırıya uğrayan ve başlangıçta "koruma" amacıyla alıkonulan Kürt esnaftı.<br />
Çolaklı beldesinde, 12 yıldır esnaflık yapan şüpheli tutuklandı.<br />
Ancak dosya karmaşıktı.<br />
Sosyal medya mesajlarından anlaşılıyordu ki, Çolaklı'daki dükkanlara saldırı yapıldıktan sonra kalabalık durmamış, Kumköy'de soluğu almıştı.<br />
Bir ölü, iki yaralıya rağmen aynı konvoydakiler neden durmamıştı?<br />
Sorulara yanıt aranırken dosya kapandı, gizlilik kararı alındı.<br />
Dükkanlara Manavgat'tan başlayarak Side'ye kadar sırasıyla saldıranların ifadesi ise sadece "tanık" sıfatıyla alındı.<br />
Yağma, kundaklama, darp, yaralama gibi suçlamalar açıktaydı.<br />
"Gizlilik" kararı, bütün soruşturmaların üzerini karanlık bir örtüyle kapattı.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Aynı merkezden geçen yıl Suriyeli "misafirler" için çağrılar yapılmıştı.<br />
Yaşadıkları mahalleler basılan Suriyeliler, oralardan da ayrılmak zorunda kaldı.<br />
8 Eylül'den bir süre önce önce baskınlarla provalar yapıldı.<br />
8 Eylül'de ise bütün işaretli dükkanlar sırasıyla basıldı.<br />
Tek bir kişi tutuklanmadı, tek bir kişi hakkında dava açılmadı.<br />
Sosyal medyadaki tek hesap engellenmedi, tek bir hesabın sahibi bile soruşturulmadı.<br />
Planlı, organize grupları kimlerin azmettirdiği araştırılmadı, o gruptakilerin dövdükleri kişilerin yüzüne bile bakılmadı.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Ankara Başsavcılığı'nın HDP Genel Merkezi'nin yakılması iddianamesinde "ufacık" bir detay var.<br />
Binaya giren sanığın, önce bütün katları sakince dolaştığı, sonra partinin bütün bilgilerinin yer aldığı 1. kata gelip evrakları biraraya toplayıp yaktığı, sonrasında bir başka kattaki değil, o kattaki bilgisayarı alıp kaçtığı.<br />
Aşırı hassas vatandaşın, galeyandan uzak sakin planlılığı.<br />
Ankara'dan Manavgat'a "yok etmeye" dayalı o planlılığın, münferit birkaç soruşturma dışında yok karşılığı.<br />
Bir yanda basın açıklaması için trafiksiz alanlara çıkan onlarca kişiye eşzamanlı yapılan "müdahaleler" ve davalar.<br />
Bir yanda yargının hoşgörüyle kucakladığı, altı kırmızı kalemle çizilen "kamu düzenini" yerle bir eden vandallık dayanışması.<br />
<br />gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-17663795742000078362015-09-14T04:49:00.002-07:002015-09-14T04:49:38.544-07:00Sur Belediye Başkanı'nın hukuk isyanı<br />
<br />
YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU<br />
<br />
Beyaz ve plakasız<br />
<br />
Beyaz ve plakasız araba, 40 yıldır gittiği ve hiç ayrılmadığı yolda aynı hızda gidiyordu.<br />
Simgeleşmiş markalarla yapılan hizmetlerin yüzü suyu hürmetine alınmış daha konforlu, klimalı, çok daha hızlı ama yine beyaz ve yine plakasız.<br />
Yolunun kesilmeyeceğinden emin, "ama" ile başlayan cümleler ve sloganların koruyucu örtüsünün güveniyle gidiyordu.<br />
Yollar sarı ve sıcaktı.<br />
Uzaktan; kutsanmış ve suçlanmış ve sonradan kapısı hiç çalınmayacak evlerden ağıtlar yükseliyordu.<br />
<br />
<a name='more'></a><br /><br />
* * *<br />
<br />
Toplumsal sözleşmeye bağlılık bekleyen devletin sözleşmeye uyması esastır.<br />
Ama işte bedenin ve zihnin sahibi sandığında devlet kendisini öyle olmuyor.<br />
"Bak bebekler ölüyor", "bak orada bir anne çocuğunun ölüsü kokmasın diye suyun bulunmadığı yerde buz bulup çocuğunun bedenine sürüyor, bak bir anne beyaz bayrakla çocuğunu defnetmeye çalışıyor", "bak orada cami çıkışında ayağından kurşun giren bir amca doktora götürülemediği için bacağından oluyor", "bak orada herkesin tanıdığı bakkal, dükkanının önünde vurulup terörist ilan ediliyor" dediğinde birileri sesler yükseliyor:<br />
Kendisini "yasadışı" olarak tanımlamış ve sonuçlarına katlanacağını beyan etmiş örgütlere değil de devlete söz söyleyen "terörist" ilan ediliyor, döven, yakıp yıkan, linç edip büst öptürüm soruşturma bile geçirmeyenler ise hassas kahraman.<br />
Toplumsal sözleşmenin sahibinin güzel evlatları engellenmiyor, tutuklanmıyor, bir söz söyleyen kadar olsun ceza almıyor.<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Diyarbakır Sur Belediyesi Eşbaşkanı Fatma Şık Barut'un evi 19 Ağustos'ta basıldı.<br />
Sonrası Diyarbakır'da değil, nedeni bilinmez biçimde Ankara Sincan Cezaevi'nde tutulan Barut'un Diyarbakır Başsavcılığı'na gönderdiği dilekçesinden gelsin: "TEM'de nezarethaneye atıldık. Dosyada belge yoktu, ikinci gün, avukatıma suçlandığım basın açıklaması görüntüleri verildi. 4. gün savcılığa çıkartıldık. Sur ilçesinin karışık olmasından dolayı kaymakamın bizi basın açıklamasına gönderdiğini, ortalığı sakinleştirmemizi yoksa müdahale edileceğini söylediğini anlattım. Ama TCK'nın 302. maddesinden mahkemeye sevk edildik. Mahkemede, silahlı, TEM'de ya da dışarıda görmediğim bir şahıs vardı. Diğer polisler silahlarını dışarıda bırakıyorlardı. Bu şahıs silahlıydı ve hakimin sağ tarafında bir sandalyede oturuyordu. Hakim baskı altındaydı. Sonuçta tutuklama kararı çıktı. Avukatlarımız 'Diyarbakır E Tipi'ne sevkiniz yapılacak, ziyarete geleceğiz' diyerek gittiler. Gece 02.00'de mahkemeden yeniden TEM'e götürüldük. Bahçede beyaz ve plakasız 4x4 bir araç ve plakasız zırhlı bir araç vardı. 'Neden plakasız?' diye sorduğumda, 'soru sorma' diye terslediler. Yola çıktık. Şehir dışına çıktığımızı görünce sevkimi sorduğumda terslediler.<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Osmaniye şehir merkezine geldik. Şehrin içinde arabalar turladı. Sonra Polisevi'ne gidip kahvaltı yaptılar. Biz açtık, aç bıraktılar. Plakasız araçtan inen şahıs, mahkemede gördüğüm şahıstı. Lavaboya gittiğim sırada, içlerinden biri, 'Size gününüzü göstereceğiz' dedi. Duymamazlıktan geldim. Nereye gittiğimizi hala bilmiyorduk. Yeniden arabaya bindik. Saatler sonra Kırıkkale'ye geldik. Tutuklanan erkek arkadaşları burada cezaevine götürdüler. Bizi yine tuttular. 'Nereye gidiyoruz?' dediğimizde, 'Kesin lan sesinizi' yanıtını aldık. Kırıkkale'de akşam yemeklerini yediler. Yine saatlerce araçta bekletildik ve yine yemek vermediler. Sincan Cezaevi'ne gece 01.00 sıralarında geldik. Jandarma 'çıplak arama yapacağız, kimse itiraz etmesin' dedi. Detaylı çıplak aramadan sonra koğuşa alındık. Cezaevine gelene kadar toplamda gözaltında 6 gün geçirmiştik. Biz gerçekten vatanı bölen kişiler olabilir miyiz, plakasız araçlarla Sincan'a getirilmemiz suç değil mi, Diyarbakır Cezaevi'nde yer varken Ankara'ya gönderilmemiz hangi vicdana sığıyor? Bizim hukukumuzu koruyan birileri var mı? 24 saat aç, susuz, avukatlara bilgi verilmeden bizi gezdirenlerden hesap sorulacak mı? Bağımsız, vicdanlı ve adaletli davranabilen savcı ve hakimlerin olduğunu varsayarak bu dilekçeyi kaleme aldım."<br />
<br />
* * *<br />
<br />
Adaletle, eşitlik arasında vicdan gerektirmeyen bir bağ var.<br />
İnsanlar ve çocuklar var yarını başka görmek isteyen.<br />
<div>
<br /></div>
gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8694090611966573164.post-53564474860686880862015-06-05T01:34:00.001-07:002015-06-05T01:34:04.133-07:00<br />
Darp adaleti<br />
<br />
Dayak yiyen kadınla, "eli ödem yapan" kocaya eşit ceza<br />
<br />
GÖKÇER TAHİNCİOĞLU Ankara<br />
<br />
Ankara'da, kocasından uzun süre şiddet gören kadın, korktuğu için şikayetçi olamadığı davada, darp suçundan kocasıyla aynı cezayı aldı. Olay günü kocası şiddet uygulamaya başlayınca komşuya kaçarak polise haber veren kadın, kocasının da Adli Tıp'tan "sol el bilekte şişlik, göğüste çizik" raporu alması üzerine kocasıyla birlikte yaralama suçundan yargılandı. Olaydan sonra çocuğuyla sığınmaevine yerleşen ancak daha sonra korkudan kocasına geri dönmek zorunda kalan kadın, duruşmada eşinin tehdit ettiğini ancak korkmadığını, şikayetçi de olmadığını söylemek zorunda kaldı. Mahkeme, araştırma yapmadan davayı karara bağlayarak hem kocaya hem de yıllardır şiddet gören kadına aynı cezayı verdi ve hükmün açıklanmasını geriye bıraktı. Duruşmalar sürerken kadının yeniden şiddet gördüğü için kocasından ayrılıp yeniden sığınmaevine yerleştiği, kocasının çocuğu göreceği günlerde de kadını dövmeye devam etmesi üzerine farklı bir kente gizli kayıtla gönderildiği ortaya çıktı.<br />
<br />
<a name='more'></a><br /><br />
Ankara'da kadına yönelik şiddet olaylarının çıkartılan onca düzenlemeye rağmen neden sonlandırılamadığını ortaya koyan bir yargılama süreci yaşandı. Uzun yıllardır kocasından şiddet gören ancak ekonomik gücü olmadığı, ailesinin de geri dönmesi halinde kendisini başkasıyla evlendireceklerini söylemesi nedeniyle çaresiz kalan kadın, geçen yıl Temmuz ayında yeniden darp edildi. Evde çocuğunun önünde dövülen kadın, çocuğu alarak komşuya kaçtı. Burada kapıları kilitleten kadın, polisi aradı. Polis, eve gelerek kadın ve çocuğu kurtardı. Hem kadın hem de dayakçı koca Adli Tıp'a sevk edildi. Kadının kafa derisinde travmaya bağlı ödem, kollarında lezyon saptanırken, adam, kendisinin de eşinden şiddet gördüğünü belirtti. Bunun üzerine yapılan muayenede kocanın göğsünde çizik, sol el bileğinde şişme tespit edildi.<br />
<br />
Sığınmaevinden döndü<br />
<br />
Kadın, soruşturma sürerken sığınmaevine yerleşti ancak kocasının çocuğu görme hakkı nedeniyle belli aralıklarla buluşmak zorunda kaldı. Bu buluşmalarda da dayak yiyen kadın, bir süre sonra tehditler nedeniyle evine döndü. Bu süreçte, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da hem kadın hem de kocası hakkında yaralama suçundan dava açtı.<br />
Evde tehdit altında yaşamını sürdüren, babasının yanına dönmek istediğinde, "Birisini buldum, onunla evlenirsin" yanıtını alan kadın, açılan davanın duruşmalarında da şikayetçi olmadığını, kocasının kendisini tehdit ettiğini ancak tehditlerden de korkmadığını söyledi.<br />
Ankara 13. Asliye Ceza Mahkemesi, ayrıca bir araştırmaya gerek görmeksizin davayı karara bağladı. Mahkeme, olay günü aile içi tartışma yaşandığını, adamın karısını şişe ile darp ettiğini, kadının ise eliyle vurduğunu belirtti. Kocanın ayrıca eşini tehdit ettiğinin öne sürüldüğünü ancak buna ilişkin kanıt bulunamadığını belirten mahkeme, her iki sanığa da aynı cezanın verilmesi gerektiğini bildirdi.<br />
Mahkeme, hem kadını hem de kocasını basit yaralama suçundan 120 gün adli para cezasına mahkum ederek, ceza miktarını 3 bin lira olarak belirledi. Mahkeme, her iki sanık için hükmün açıklanmasının geriye bırakılması kararı da verdi.<br />
<br />
Yeniden sığınmaevine<br />
<br />
Bu süreçte kadının kocasından şiddet görmeye devam ettiği ve yeniden polise başvurduğu ortaya çıktı. Son olarak sokak ortasında dayak yiyen kadının sığınmaevine yeniden yerleştiği ve çocuğunu görmek için geldiği zamanlarda şiddet görmeye devam etmesi üzerine bilinmeyen bir başka kente gönderildiği anlaşıldı. Kadının kocasından boşandığı ve tehdit altında yaşadığı için hakkında koruma kararı alındığı da ortaya çıktı. Buna rağmen, darp davasında kadın, kocasıyla eşit suçlu bulunmaktan kurtulamadı.gokcertahinciogluhttp://www.blogger.com/profile/03061481078526703912noreply@blogger.com0