Nurettin abiyi uğurlarken...
Gazeteciler, özellikle de mesleğini sokakta yapanlar ölüm fikrini aklına getirmez. Hep başkaları ölür, hep başkalarının başına gelir, hep başkalarıdır kötüyü yaşayanlar.
Sen zamanın durduğu o noktada, kainatın tam merkezinde onların yaşadıklarını yazarsın sürekli. Ölüm, o kapıdadır, senin olduğun yere uğramaz.
Ben bu büyük yanılgının farkına, ölüm kapılarımıza erkenden geldiğinde varmıştım.
Hepimizin bir gün meslektaşlarımızın yazdığı küçük bir haberin öznesi olacağımız gerçeği de o zaman vurmuştu yüzüme.
Gazetelerin hep çıkmayacağının, o kalabalık ve coşkulu neşenin hep sürmeyeceğinin, yaşarken farkında olmadığımız günlerin en güzel günlerimiz olduğunun farkına da seneler sonra varmak zorunda kaldık topluca.
Şenlik dağılmıştı.
Varlığıyla ortamı bir anda aydınlatan kişinin, kısacık bir zaman sonra kalkıp gitmesi gibi kekremsi bir tat kalmıştı ağızlarımızda.
Nurettin Kurt'u, Milliyet'e adım atıp da "hadi sen adliye muhabiri ol" dediklerinde, daha üniversite öğrencisiyken, 18'indeyken tanımıştım.
Demek ki o çok büyük ve deneyimli bulduğum yıllarda 32 yaşındaymış daha...
Adliyeye adım atıp da önemli bir duruşmanın, bir sorgunun olduğu herhangi bir mahkemeye adım attığınızda zaten mutlaka önce onları tanırdınız.
Nurettin Kurt ve Cemal Doğan.
Biri Hürriyet, diğeri Sabah gazetesinin muhabiriydi ve tam anlamıyla başa belaydılar. Adliyede herkesi tanır, her kapıyı açar, her deliğe girerlerdi mutlaka. Birbirleriyle de açıktan konuşulmayan müthiş bir rekabetleri vardı.
Deneyimli gazetecilerin yeni muhabirleri alanda kabullenmeleri çok kolay değildir. Konuşmazlar, uzak dururlar, garipserler, alanın çok içine girmesini istemezler.
Nurettin abi öyle değildi, kendisine öyle doğal bir güveni vardı ki bir anda yapacağı işle sizi ortaklaştırırdı. Ortak bir iş yaptığınızda bile kendisinin bir adım önde olacağına hep
emindi. Daha iyi fotoğrafı o çeker, daha önemli bilgiye o ulaşırdı.
emindi. Daha iyi fotoğrafı o çeker, daha önemli bilgiye o ulaşırdı.
Fotoğraf çekmenin yasaklandığı bir ortamda ne yapılması gerektiğini, habere ulaşmanın bütünüyle engellendiği bir ortamda farklı kaynaklardan o bilgiye nasıl erişeceğini, herkes aynı belgenin peşinde koşarken senin oturduğun yerden o belgeye nasıl ulaşabileceğini Nurettin abiden haber atlaya atlaya öğrendik hepimiz.
Kırk yılda bir haber atlattığınızda kafası atmışsa adliyede yoğun mesai yapar, mutlaka alırdı intikamını... Ertesi gün adliye kafeteryasında gülerek anlatırdı nasıl fırça yediğini ve onu kızdırmamamız gerektiğini...
Bir grup çocuktuk hepimiz.
Ölüm bazı insanlara yakışmaz, hayatla hemhal olmaları ve hayatın varlığını göstermek için onları seçmiş olmasıdır bunun nedeni.
Nurettin abi yaşamak demekti. Meslekten nasıl keyif alınacağını, hayatın her anında her saniyesinde mesleğin nasıl yapılabileceğini, bir yandan alabildiğine yaşarken hayatı bir yandan nasıl haberle haşır neşir olunacağını yaşayarak gösterdi bize.
Hatıralarını kitaplaştırdığını söyleyip, taslağını, üzerinden geçmek için bana gönderdiğinde, gördüğümden de fazla ve görkemli bir gazeteci olduğunu daha iyi anlamıştım. Kitabında kaleme aldığı hatıraları yazış biçimi de kendisi gibi doğal, sanki herkes bütün bunları yaşıyormuş gibiydi.
Oysa birinde bir bombadan kaçış hikayesini anlatıyordu, bir diğerinde tarikat liderinin cenazesinde, binlerce kişi arasında iyi fotoğraf çekebilmek için tabutun kapağını nasıl kaldırdığını ve o sırada tabut yere devrildiği için kaçmak için hangi yolları kullandığını...
Bu memlekette işini iyi yapsın ya da yapmasın hemen herkes sadece o işi yaparken yaşlandığı için bir parça kutsanır.
Ama bir de gerçekten "efsane" kavramının içini dolduranlar vardır.
Nurettin abinin bir gazetecilik efsanesi olduğunu adliye muhabirliği yapan herkes çok erken fark etmiştir.
Şenlik biteli çok olmuştu ama birilerinin orada bir yerde durduğunu bilmek bile umut veriyordu bir parça.
Şenlik gerçekten bitmiş, farkındayız artık hepimiz.
Bir ömrü birlikte tüketmiş, en güzel günlerini de geride bırakmışız.
Huzur içinde uyu Nurettin abi.
Yattığın yer incitmesin...