3 Ocak 2017 Salı
Feci namussuz bir şey: Linç
GÖKÇER TAHİNCİOĞLU
Tanıl Bora ve Levent Cantek tarafından derlenen, İletişim'den çıkan "Vur Ulan Vur!-Linç Öyküleri" kitabını okurken, linçle somut olarak nerede tanıştığımı düşündüm.
"Provokasyon" sözcüğünün içi benim açımdan ilk olarak Hayata Dönüş katliamından hemen önce dolmuştu.
2000 yılında, Türkiye, en sıcak yazlarından birini geçiriyordu.
Cezaevlerinde, F tipi cezaevlerinin açılmasını önlemek için açlık grevi ve ölüm oruçları gerçekleştiriliyor, mahkumlar adım adım ölüm sınırına yaklaşıyordu.
Günlerdir gergin bir bekleyiş içinde olan mahkum aileleri Kızılay'daydı.
Maksatları Adalet Bakanlığı'na yürümek, taleplerini iletmek ve olası bir operasyonu engellemekti.
Ortam gergin, çok gergindi.
Daha bir gün önce İstanbul'da polis aracına saldırı olmuş, 2 polis yaşamını yitirmişti.
Polislerin cenazesinde onlarca polis silahlarını havaya kaldırarak yürümüş, kendi müdürlerini "elimizi rahat bırak" diyerek protesto etmiş, sloganlar atmıştı.
Her şey ama her şey alışılmadıktı.
Ankara Kızılay'daki o günkü hava da.
İşte o hava, kısa sürede etkisini gösterdi. Bir anda polis, bakanlık önüne yürümek isteyen ailelerin arasına girdi. Coplarla anneler, ablalar, kardeşler dövüldü.
Ancak alışılmadık bir hal de vardı.
Dövülenler yerlerde kalıyor, gözaltına alınmıyor, polis dayaktan sonra alandan çekiliyordu.
Yerlerde kalanlar ayağa kalkıyor, kendilerini destekleyen grupların yanına gidiyordu yavaş yavaş.
O gruplardan kısa süre sonra taşlar atılmaya başlandı.
Kızılay'da, emsaline az rastlanır bir çatışma başladı.
O esnada garip bir şey oldu.
Bir anda ailelerin ve gençlerin bulunduğu yere doğru yönelen, sivil bir grup, "Ulan bu vatan hainlerine mi bırakacağız meydanı?" diyerek bağırmaya başladı.
Ellerindeki kasaları, taşları o tarafa atıyor, diğer esnafı ve duraklarda sıkışmış kalmış kişileri de müdahale etmeye çağrıyorlardı.
Alanda bir anda taraftar grupları, bir anda kalabalık esnaf grubu, bir anda "hassas" gençler birikti.
Bir köşeye sıkışmış aileler, bir binaya saklanmış gençler büyük bir kalabalığın ortasındaydı.
Saatler sonra darp edildikten, girdikleri binada yaptıkları acemi barikatlar aşılamadığından linçten kurtarıldıktan sonra gözaltına alınanlar da onlardı.
* * *
Sonra Madımak katliamı duruşmalarındaki o manzarayı gördüm.
Sonra Romanlar'ın hem linç edilip hem yurtlarından edildikleri Selendi davası.
Linç, öyle kendiliğinden, aşırı hassasiyetten, duyguların bir anda topluca kabarmasından olmuyordu.
Birileri planlıyor, birilerini çağırıyor, birlikte yaşama kültürü o an ayaklar altına alınıyor ve sonsuz bir nefret, çıplak bir şiddetle mağdur başbaşa kalıyordu.
Başbaşalığı, hakkını sonradan aramak isterken de sürekli karşısına çıkıyordu.
Son olarak HDP'nin Alanya'daki binalarının yakılıp yıkılmasına, HDP'li esnafların dükkanlarına saldırılmasına ilişkin dosyayı Milliyet'te haberleştirirken de manzara aynıydı.
Yıkılacak adresler, aylar önce daha küçük bir protesto gösterisinin içine sıkıştırılan hırsızlık sonucu saptanmış, "o gece" önceden edinilen tüm adreslere gidilmişti.
"Linç Öyküleri" de esasen Alanya'ya kardeş bir olaydan, Kırşehir'de yine HDP binalarına yönelik saldırı yapılırken yıkılıp yakılan bir kitapçıdan hareketle hazırlanmış bir derleme.
Bora Abdo, Oya Baydar, Gaye Boralıoğlu, Pelin Buzluk, Behçet Çelik, Veysi Erdoğan, Mehmet Eroğlu, İlban Ertem, Hakan Günday, Akif Kurtuluş, Pınar Öğünç, Yıldız Ramazanoğlu, Mine Söğüt, Yalçın Tosun, Ahmet Tulgar gibi birbirinden değerli çizer-yazarların, hakikaten okurken akıp giden, sonunu merakla beklediğiniz kıymetli öyküleri var kitapta.
Otobüste linç mağduru ile lincin aktörünün karşılaşmasından, linç edilenin "uluslararası basında yankı bulması" nedeniyle soruşturulmasına, linç edilenin mallarının gaspından, bin yıllık komşuların birbirine nasıl düştüğüne, lincin aktörlerinin linç sonrası meraklarından, lincin mağdurlarının linç sonrası duygularına kadar uzanan edebi değeri de yüksek hikayeler.
Linç kültürünün oluşumu, sonrası, aktör ve mağdurlarının duyguları farklı yazarların öykülerinden sızıyor, "öteki" olmanın o acımasız yalnızlığını, gündelik hayatı ve yaşamın olan bitenden nasıl etkilenmediğini de anlatıyor.
Ancak her biri ayrı tat bırakan öyküleri okurken şunu düşünmeden de edemiyorsunuz; Peki linç anında, o anda neler oldu?
Esasen o yakıcı soruya da kitabı derleyenler yanıt veriyor önsözde.
Bora ve Cantek'in kaleme aldığı bölümde, "Hikayeleri toparlarken şunu fark ettik: Kimse uzun uzadıya anlatmıyor, kısa yazmak istiyor ve çoğu yazar doğrudan doğruya linçi resmetmiyor, dolaylı olarak 'konuşuyordu'...Hikayeleri okurken bizim hissettiğimiz şu oldu; debdebesi, harareti, hezeyanı sürerken linçi anlatmak hakikaten zordu, mağdurlara yakınlık duyan, onların dili olmak isteyen "yazara", ıslandıkça ağırlaşan paçavra misali ağır gelmişti..."
Bunca linç öyküsüne tanıklık ederken bir de öyküsünü anlatabilmek hakikaten güç iş.
Bunca taraflara savrulmuşken herkes, bunca takım tutar gibi yorumlarken "adaletsizlik öykülerini", bir tarafında durup da hayatın olan biteni öyküleştirmek.
"Linç Öyküleri" yine de resmediyor linçi, hakikatli yazarlarının öyküleri "dolaylı" olsa da ağır.
Linçi Kerim Korcan'ın öyküsündeki kahramanın sözlerine atıfla "Feci namussuz bir şey" olarak tanımlayan Bora ve Cantek'in önsözdeki temennisiyle bitirelim:
"Başka zamanlar dedik. Umarız gelecekte bugünlere, 'güzel günlermiş, sonraları daha neler neler oldu' diyen çıkmaz."
Umarım çıkmaz ve olan biteni doğrudan anlatabilmekle yetinebiliriz.
* Milliyet Kitap'ta yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder