YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU
Cizlavet ve kirli çizme
Konya dediğin bir geniş düzlük, gecesi kuzeyin esintisi, gündüzü güneyin sıcağı.
Kışın biraz kar kapladı mı, bir bilinmezin ortası.
Denize uzaklıktır yazgısı, ormana küslük, kendi yağında kavrulmaktır, doymak ve doyurmak.
Akşam indiğinde Anadolu'nun tam orta yerine, kentin bütün çiftleri, bütün yalnızları, bütün yalnız kalamayanları evlerine doluşur.
Dünyanın en yasak hissettiren kentinin caddeleri, bir kentin caddelerinde en özgür ne kadar hissedecekseniz, o kadar boştur.
Usanıp da alabildiğine uzanan düzlüklerden vurduğunuzda dağlara, başdöndürücü yollardan saatler boyu kıvrıla kıvrıla Hadim'i görürsünüz önce.
Sarı sıcak Konya'nın, en yüksek tepelerindeki en kırmızı kirazları.
Nereye baksan dağ ve yeşille kaplı, unutulmuş insanları.
Sonrası Taşkent, anımsayın, onun adını duymuştunuz, Başbakan çıkartmıştı.
Ve sonra, hava kararmamışsa ve gözünüz hala yol gitmeyi kesiyorsa, Ermenek.
Yol kenarlarında o saatlerde hala insan varsa, beldelere ve köylere, yani yaşayanların dışında kimsenin gitmediği o yerlere gidiyorsanız, madencileri ve ailelerini de göreceksiniz.
Şimdi biraz daha giderseniz, ağıtlar duyacaksınız.
Ve biraz daha orada kalırsanız, yoksulluğu anlayacaksınız.
* * *
Oradan çıkıp güneye, oradan çıkıp doğuya, oradan çıkıp en kuzeye doğru ilerlerseniz, aynı yoksulluğu yeniden fark edeceksiniz.
Oradan fabrikalara, oradan tarlalara, oradan atölyelere, pazarlara, oradan büyük kentlerin karanlık arka sokaklarına ve ışıklı büyük bulvarlarındaki mağazalardan en geç saatlerde çıkanlara korkmadan ilerlerseniz, fazlasını da hissedeceksiniz.
Çamurlu yollarda cizlavet, sanayide terlik, pazarda sandalet giyiyor olacaklar, fark etmeyeceksiniz.
Olur da fark eder ve garipserseniz, daha büyük bir garipliğin içinde olduğunuzu göz göze geldiğiniz an, gözlerinden utanarak kabulleneceksiniz.
Çünkü onlar, yani bütün bir Anadolu, bütün bir İstanbul ve İstanbul'un taşra diye baktığı bütün diğer büyük kentlerde bir ömür üç otuz paraya çalışan ve yakaları beyaz bile olamayanlar, isyan sesleri pek olmasa da merhamet değil, adalet peşindedir.
Yerde bulduğunu almaya utanan, başkasına ait olduğunu düşündüğü yere oturmayan, beğenmemek ve sıkılmak girdaplarında boğulmayan, üç zeytinini bölüşmeye hazır, üzerine bütün bütün preslenmiş onca ilkel değerin altında direnen onurlu emekçilerdir.
Çocuklarını gömdüklerinde üzerlerine bulduğunu geçirir, biri el verdiğinde almamayı ayıp sayıp da kabullenir.
Ve yaralı da olsa, bir başkasının da kullanacağı bir sedyeye oturtulduğunda, kirlenmesin diye çizmelerini çıkartmaya niyetlenir.
Ve olur da bir akşam bir televizyon başında, ahlanıp vahlanır da ayakkabı almaya dönük bir kampanyayla vicdanlar aklanmaya çalışıldığında, 75 yaşında, oğlunu yeni gömmüş bir baba, "Bundan sonra getirseler de almam" diye kırgın kırgın diklenir.
Zira O'nun ve yaşlı karısının istediği merhamet değil, bir bataklığa gömülüp, orada bulunup da mezara koydukları oğullarının boz bulanık sularda bir ömür yüzebilmesidir.
Bir oğul ya da kız, sabah evden çıkar, çalışır, teri kurumudan hakkını alır, eve ekmek getirir.
Bu kadar basittir.
Öldürmemeniz, hakkını vermeniz ve çalıştığı kadar vermeniz kafidir.
Birilerinin çocuklarının bir yerden taş alıp bir yere koymadan büyük emrediciler olmasını, birilerinin 5 yaşındaki çocuklarının babasının Galatasaray'ın maçı olduğunu okursa madeni yıkıp çıkıp geleceğini söylemesini engelleyecek bir sistemi kurmak yeterlidir.
Cizlavet'e üzülmeyiniz, kara lastikten çok iki yüzlü bir ahlak ve vicdan üzülme nedenidir.
* * *
İngiltere'de 2. Dünya Savaşı'ndan hemen sonra maden işçilerinin doktora gitme imkanları bile yoktu.
Bademciği şişen madencinin tek yapabildiği, yanındaki arkadaşının terli mendilini, bilemedin çorabını boğazına bağlamaktı, öyle biliyorlardı, belki iyileştirirdi başkasının hastalığı.
Bütün bir sistem silbaştan yıkıldı. Doktora gidecek parası olmayanlar, yardım kampanyaları ile kurtulamazdı.
Türkiye'de, ilk günden bu yana, madenlerde ömür çürütenler, dededen kalma ocaklarda iş kazasından ölmezlerse kömür tozu solumaktan genç yaşta ölüyorlardı.
Madenciler, özellikle Zonguldak'takiler, en azından geriye bırakabilecekleri bir şey kalması için, "pnömokonyoz" hastalığına yakalandıklarında doktora gittiler. Sonra o raporlarla tazminat davaları açtılar ve kazandılar.
İlk kez kendilerinden geriye bir şey bırakıyorlardı.
Sonra başka madenciler, aynı yolu izleyip, aynı raporları aldılar, akciğerlerinde aynı tozları taşıyorlardı.
Sonra devlet girdi devreye.
Kozlu, Karadon, Üzülmez, Amasra, Armutçuk'taki işletmelerde çalışanların ve bir dönem çalışanların seri davalar açtığını, cümle bakanlığa bildirdi kurumları. Ödenecek tazminatın büyüklüğünü anlattı, önlemler alınmasını istedi.
Hemen devreye girildi.
Meslekte kazanma gücü kayıp oranı tespitinde yeni yöntemler getirildi. Rapor alınması zorlaştırıldı, davalar nasılsa uzamaya başladı.
Sayıştay'ın 2013 raporuna göre, buna rağmen konu hala "tam çözüme" de ulaşmadı.
Cizlavet giyecek, o gün geldiğinde hala varsa, tarlalara giden çocukları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder