11 Nisan 2022 Pazartesi


Nurettin abiyi uğurlarken...

Gazeteciler, özellikle de mesleğini sokakta yapanlar ölüm fikrini aklına getirmez. Hep başkaları ölür, hep başkalarının başına gelir, hep başkalarıdır kötüyü yaşayanlar.
Sen zamanın durduğu o noktada, kainatın tam merkezinde onların yaşadıklarını yazarsın sürekli. Ölüm, o kapıdadır, senin olduğun yere uğramaz.
Ben bu büyük yanılgının farkına, ölüm kapılarımıza erkenden geldiğinde varmıştım.
Hepimizin bir gün meslektaşlarımızın yazdığı küçük bir haberin öznesi olacağımız gerçeği de o zaman vurmuştu yüzüme.
Gazetelerin hep çıkmayacağının, o kalabalık ve coşkulu neşenin hep sürmeyeceğinin, yaşarken farkında olmadığımız günlerin en güzel günlerimiz olduğunun farkına da seneler sonra varmak zorunda kaldık topluca.
Şenlik dağılmıştı.
Varlığıyla ortamı bir anda aydınlatan kişinin, kısacık bir zaman sonra kalkıp gitmesi gibi kekremsi bir tat kalmıştı ağızlarımızda.

Nurettin Kurt'u, Milliyet'e adım atıp da "hadi sen adliye muhabiri ol" dediklerinde, daha üniversite öğrencisiyken, 18'indeyken tanımıştım. 
Demek ki o çok büyük ve deneyimli bulduğum yıllarda 32 yaşındaymış daha...
Adliyeye adım atıp da önemli bir duruşmanın, bir sorgunun olduğu herhangi bir mahkemeye adım attığınızda zaten mutlaka önce onları tanırdınız.
Nurettin Kurt ve Cemal Doğan.
Biri Hürriyet, diğeri Sabah gazetesinin muhabiriydi ve tam anlamıyla başa belaydılar. Adliyede herkesi tanır, her kapıyı açar, her deliğe girerlerdi mutlaka. Birbirleriyle de açıktan konuşulmayan müthiş bir rekabetleri vardı. 

Deneyimli gazetecilerin yeni muhabirleri alanda kabullenmeleri çok kolay değildir. Konuşmazlar, uzak dururlar, garipserler, alanın çok içine girmesini istemezler.
Nurettin abi öyle değildi, kendisine öyle doğal bir güveni vardı ki bir anda yapacağı işle sizi ortaklaştırırdı. Ortak bir iş yaptığınızda bile kendisinin bir adım önde olacağına hep
emindi. Daha iyi fotoğrafı o çeker, daha önemli bilgiye o ulaşırdı. 
Fotoğraf çekmenin yasaklandığı bir ortamda ne yapılması gerektiğini, habere ulaşmanın bütünüyle engellendiği bir ortamda farklı kaynaklardan o bilgiye nasıl erişeceğini, herkes aynı belgenin peşinde koşarken senin oturduğun yerden o belgeye nasıl ulaşabileceğini Nurettin abiden haber atlaya atlaya öğrendik hepimiz.

Kırk yılda bir haber atlattığınızda kafası atmışsa adliyede yoğun mesai yapar, mutlaka alırdı intikamını... Ertesi gün adliye kafeteryasında gülerek anlatırdı nasıl fırça yediğini ve onu kızdırmamamız gerektiğini...
Bir grup çocuktuk hepimiz. 

Ölüm bazı insanlara yakışmaz, hayatla hemhal olmaları ve hayatın varlığını göstermek için onları seçmiş olmasıdır bunun nedeni. 
Nurettin abi yaşamak demekti. Meslekten nasıl keyif alınacağını, hayatın her anında her saniyesinde mesleğin nasıl yapılabileceğini, bir yandan alabildiğine yaşarken hayatı bir yandan nasıl haberle haşır neşir olunacağını yaşayarak gösterdi bize.

Hatıralarını kitaplaştırdığını söyleyip, taslağını, üzerinden geçmek için bana gönderdiğinde, gördüğümden de fazla ve görkemli bir gazeteci olduğunu daha iyi anlamıştım. Kitabında kaleme aldığı hatıraları yazış biçimi de kendisi gibi doğal, sanki herkes bütün bunları yaşıyormuş gibiydi.
Oysa birinde bir bombadan kaçış hikayesini anlatıyordu, bir diğerinde tarikat liderinin cenazesinde, binlerce kişi arasında iyi fotoğraf çekebilmek için tabutun kapağını nasıl kaldırdığını ve o sırada tabut yere devrildiği için kaçmak için hangi yolları kullandığını...

Bu memlekette işini iyi yapsın ya da yapmasın hemen herkes sadece o işi yaparken yaşlandığı için bir parça kutsanır.
Ama bir de gerçekten "efsane" kavramının içini dolduranlar vardır. 
Nurettin abinin bir gazetecilik efsanesi olduğunu adliye muhabirliği yapan herkes çok erken fark etmiştir.
Şenlik biteli çok olmuştu ama birilerinin orada bir yerde durduğunu bilmek bile umut veriyordu bir parça.
Şenlik gerçekten bitmiş, farkındayız artık hepimiz.
Bir ömrü birlikte tüketmiş, en güzel günlerini de geride bırakmışız.
Huzur içinde uyu Nurettin abi.
Yattığın yer incitmesin...

 






  
 

21 Ekim 2019 Pazartesi


Kedi
"Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk"

Bazen yıkık dökük, viraneye dönmüş bir evin, bütün olana bitene rağmen ayakta olduğunu gösteren çiçekli balkonları gibidir bir varlık.
Bir kedi misal.
Artık nefes alamayacağınızı ve bundan sonra hiçbir sabahın bir diğerinden farklı olmayacağını hissettiğiniz anda bir büyük boşluğun bir tarafında otursun diye hayatınıza sokuluverir.
Boşluk dolmaz, bir boşluğa sahip olanlar bunu bilir.
Ve boşluk da bir kedinin umurunda değildir.
Kendiliğinden halleri, karşılıksız sevme ve sevilme biçimi, yaşamı tırnaklarıyla kucaklama azmi, aptallığı, cesareti, merakı ve coşkusuyla, diğer kedilere benzeyen ancak hiçbirine benzemeyen bakışlarıyla size bir şey öğretir:
Bir büyük boşlukla yaşamaya mahkum edilmiş olsanız da o kurak bahçenin etrafı güllerle çevrilebilir.

Çetin Altan, kedilerin ölüm bilinci olmadığını söylerken, umursamaz hallerinden de bir sihir çıkartır.
Ölüm bilinçleri olmasa da ölmeyecek gibi yaşayanlardan değildir kediler.
Evrende kendilerine ayrılan yerin kıymetini sonuna kadar bilirler.
Ve bir kediyi hafife almak, yok saymak, dışarıda tutmak da mümkün değildir çevrenizde bulunduğu zaman.
Kediler, bağıra çağıra, yüzünüze vura vura değil, sakince, kendiliğinden, usulca, önemli olduklarını ve birbirinize iyi geldiğinizi size hissettirir.
Kimsenin birbirine sahip olmadığını ama kalpten ait olabileceğini, sevgiye dair büyüleyici hikâyelerin gerçekten yaşanabileceğini, saatlerce sessiz ve düşünerek oturabilmenin kötü bir tarafı olmadığını, evrenin ancak hakikatle güzelleşebileceğini, gözünü gözünden ayırmadığında bakabilmenin gerçekten bir anlam taşıdığını, geçici bir hevesle değil emekle yaşaman gerektiğini.
Her birini, hiçbir öğretme amacı olmadan yavaş yavaş size öğretir.
15 yılda misal.

15 yılın sonunda bir gece, sevdiğiniz tüm varlıklarla vedalaşma şansı olmadan ayrılma cezasına mahkum edildiğinizi ve her şeyin aynı şekilde olup bittiğini düşünüp kendinize acıdığınızda, kendinize çaresizce acımanın gereksizliğini, gelişi ve kalışı gibi gidişinin de sizinle ilgili olmadığını anlatır size.
Su içtiği ve güzelliğini zerre önemsemediği etrafı çiçekli, bordo kabıyla, durmaksızın yemek konulmasını istediği aynı desenden, daha büyük ve gösterişli yemek kabını bir daha yerine konulmamak üzere kaldırırken, aklınıza anlar gelir.
Avuç içi kadar olduğu, ürkekliğine rağmen cesaretle bulunduğu yeri kavramaya çalıştığı, biraz büyüdüğünde nedensiz biçimde sadece o sırada varlığından sıkıldığınız için dışarıda bırakılmasının adaletli olmadığını gösterdiği, yaşlandığında düştüğü, kalktığı ama vazgeçmediği anlar.
Ağladığı, oynadığı, sessizce yanınıza oturup sabırla beklediği, hiç gitmeyeceğini anlattığı, hep böyle seveceğini söylediği, nefesiyle boşluğu çekilir kıldığı zamanlar.

Bir varlığı ya da gidişini hafife alanlar, kendilerini aşırı önemsediklerinden olacak, kolay kolay duymazlar.
Bir duvara, bir engele, bir yalnızlığa, bir savaşa, bir depreme, bir felakete kadar.
Ama ektiğiniz tohum neyse, toprak da onu veriyor eninde sonunda size.
Ve nihayetinde dünya bu kadar.
Bir kedi bunları anlatır size.
Bir kedi öldüğünde, ölüm kedilere yakışmadığından olsa gerek, onu uğurlarken daha çok anlarsınız...
En yakın dostum Nemrut'u uğurladım, tam da fiilin anlamına uyan bir senede...
Yol arkadaşlığı mühimdir; artık giderek kısalıyor yollar.
Orada olduğunu bilmenin güvenini yitirdiğin zamanlar.
Daha renksiz, daha sıkıcı, daha yalnız, daha korkak, daha çiçeksiz.
Ama olduğunu, yaşadığını, sen yaşadıkça yaşayacağını anlatan bir rüzgar da var.
Ve bilirsiniz, boşluk saydığınız ne varsa rüzgarlarda yaşar.



1 Ekim 2018 Pazartesi


Dört küçük basamak

Milliyet'in birkaç ay önce yeri değişen Ankara bürosuna 1997'de adım attığımda 22 yılımın burada geçeceğini elbette bilmiyordum.

İflah olmaz bir Abdi İpekçi ve Milliyet tutkunu olan babamın kucağında, gazetenin manşetinden okumayı sökmeye çalıştığım zamandan itibaren benim için gazete demek, Milliyet demekti.
Ve 19 yaşından itibaren dört küçük basamaktan çıkılarak girilen Aşağı Ayrancı'daki o binada, büyük bir hayat yaşadım. O basamaklar beni bazen büyük bir neşeye, bazen büyük bir özleme, bazen büyük bir tutkuya götürdü.

Değerli ağabeyim ve meslek büyüğüm, bütün meslek yaşamım boyunca çok şey görüp öğrendiğim
Fikret Bila'nın gözüne girmeye çalışarak ve galiba biraz da başararak stajyer olarak başladığım Milliyet'teki yolculuğumun sonuna geldim. Kendi isteğimle gazeteden ayrılıyorum.

O binada 13 yıl -adliye-yargı muhabirliği, 3 yıl, hem meslek büyüğüm hem de dostum olarak çok şey öğrendiğim ve paylaştığım Haber Müdürü Serpil Çevikcan'ın yardımcılığını yaptım. Sonrasında da
beş yılı aşkın bir süre haber müdürü olarak çalıştım.

Stajyerliğim daha bitmeden hakkımda ilk dava açıldı. O davayı onlarca dava izledi meslek hayatım boyunca. DGM, özel yetkili mahkeme, asliye ceza. Hepsinden beraat ettim. Haber, Türkiye'de hep yargılanma nedeniydi.

O bina, bizim ikinci evimizdi.

Orada neredeyse tamamı stajyer olarak Milliyet'te başlayıp, büyüdükçe Türkiye'nin en iyi gazetecileri arasına giren onlarca arkadaşımla birlikte birçok zorluğu göğüsledik. Hemen hepsi ailemin birer parçası olmaya devam edecekler.

Milliyet'teki haberlerimle; ÇGD Rafet Genç Haber Ödülü, ÇGD İzzet Kezer Fotoğraf Ödülü, Metin Göktepe Yılın Gazetecisi, Musa Anter Yılın Haberi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yılın Haberi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Özel Ödülü ve Abdi İpekçi Yılın Haberi-Gazetecisi ödüllerini kazandım. Her birini büyük onurla saklıyorum.

Mesleğe en sıkıldığım anda devam etmemi sağlayan en büyük ödülüm ise haksız biçimde tutuklanan çocuklarının haberim sayesinde tahliye olduğunu söyleyerek, benim için turşu yaptığını söylemeye gelen teyzenin sözleriydi.

Hayata Dönüş katliamından, Ulucanlar katliamına, Birtan Altınbaş'ın işkencede öldürülmesi haberlerinden, değerli ağabeyim ve meslek büyüğüm Tolga Şardan'la birlikte yazdığımız MİT-Alaattin Çakıcı-Yargıtay Başkanı ilişkisini gösteren haberlere, Ergenekon soruşturması başlarken, o dönem Vatan gazetesinde çalışan Kemal Göktaş'la aynı gün yazdığımız "Bütün Türkiye izleniyor" haberinden , Engin Huylu'nun cezaevinde öldürülmesine kadar, büyük bölümü Milliyet'in manşetinden verilen, gurur duyduğum haberler yazdım.

"Yüzleşme" köşesini yazmaya başladığım andan itibaren de hep yapmaya çalıştığım gibi duyulmayan seslere aracılık etmeye gayret ettim. Ne kadar başarabildim bilmiyorum ama samimiyetle yapmaya çalıştım.

Gazeteden kendi isteğimle ayrılıyorum. Soranlar için belirteyim, bu ayrılığın dün yayımlanan, "Ben affetmiyorum" yazısıyla en ufak bir bağlantısı yok. Ayrılık önceden kesinleşmişti ve benim için çok önemli bu yazıyı, ayrılığım kesinleşmesine rağmen yazmama izin verdikleri için teşekkür ederim.

Dört küçük basamağı her gün umutla tırmanarak girdiğim binadan ayrılmamızdan çok önceden başlayarak, sektöre ve bulunduğum yere ilişkin iyimser umutlarım da orada bulunmanın anlamı da yavaş yavaş kaybolmuştu benim için. Kalbimin "git" diyen sesini dinlemek istedim. Bugün, yıllarca omuz omuza çalıştığımız Türker Karapınar da gazeteden kendi isteğiyle ayrılıyor. Binadan birlikte çıkıyor olmak güç veriyor bana.

Bu güzel yolculukta bana okumayı sevdiren babam, geceler boyu yolumu bekleyen annem, kardeşim Gökhan, yeğenim Kerem, onlarca dostum da vardı. Zamanlarından çok çaldığım, bütün meslek hayatım boyunca en az benim kadar yorulan Nevin ile daha 4-5 yaşındayken "gazeteyi kapat da gel artık" diye defalarca beni arayan oğlum Ulaş Doğu'ya ayrıca teşekkür ederim. Biriktirebildiğim ne varsa, onların emeği de benimki kadardır.

Üzerimde emeği olanlara, destek verenlere, yoldaşlık edenlere de binlerce kez teşekkür ederim.
Kırdığım, üzdüğüm, bilmeden canını acıttığım kim varsa özür diliyorum.

Milliyet benim için "hayat" demekti ve burada çok değerli gazeteciler, büyük bir emekle çalışmaya devam ediyor.

Benim için yolculuğun bu kısmı bitti. Kalan kısmı umarım iyi geçer.

Umarım geçilen durakları ve ışıkları hüzünle izlediklerimizden değil, kentleri bütün sokaklarına kadar içimize çekebildiğimiz, şimdi olduğu gibi, daha bittiği an özlediğimiz yolculuklardan olur.



2 Ekim 2017 Pazartesi


YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU

Perde kapanmasın

Numune Hastanesi'nin önünde mahkum yakınları bekleşiyordu.
"Benim çocuğum yaralı mı, bir şeyi var mı?"
Avukatlardan biri, uzaktan görüp tanıdığı babaya bağırdı, "Ali, Ali..."
Avukat, o babanın çocuğunun Ulucanlar Cezaevi'ne düzenlenen operasyonda öldüğünü biliyordu.
Baba, oğluyla ilgili iyi bir haber alabileceği umuduyla koşarak geldi:
"Burada bekleme, Adli Tıp'a git istersen..."
Oğlunun cenazesini ancak 3 gün sonra alabilecek, gece vakti defnedebilecekti.
1999 yılının Eylül ayındaki o operasyondan çok değil 2 yıl sonra, Numune Hastanesi'nin bahçesi yine tutuklu ve hükümlü yakınlarıyla, mahkum koğuşunun önü jandarmayla doluydu.
Hayata Dönüş adı verilen ancak gerçek adının Tufan olduğu ortaya çıkan cezaevi operasyonlarından sonra, "Ne açlık grevi, hepsi yiyorlar" denilen mahkumlar, eylemlerini F tiplerinde de sürdürmüş, birçoğuna zorla müdahale edilmişti.
Zorla müdahalenin sonuçlarını kimse doğru düzgün bilmiyordu, ne doktorlar, ne mahkumlar, ne yakınları.
Öğreneceklerdi, kötü bir biçimde.
300'e yakın gün açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerini sürdüren ve zorla müdahale edilen hükümlü ve tutuklular, birer birer rahatsızlandı.
Kimi yaşamını yitirdi, kimi Wernicke Korsakoff'a yakalandı.

30 Haziran 2017 Cuma


Gülmen-Özakça dosyasında "sehven" tartışması

Polis de savcı da mahkeme de önceden bilmiş

GÖKÇER TAHİNCİOĞLU

KHK ile ihraç edildikleri mesleklerine geri dönebilmek için açlık grevine başlayan ve tutuklanarak konuldukları cezaevinde eylemlerini sürdüren akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça ile ilgili yargı sürecinden gariplikler çıktı. Gülmen ve Özakça'nın 23 Mayıs'ta mesai saatinden sonra tutuklanmalarına rağmen, henüz tutuklama kararı verilmeden başka suçtan yargılandıkları mahkemenin "başka suçtan tutuklu sanıklar" ifadesini tutanağa geçirdiği anlaşıldı. Mahkeme, bu durumu "sehven" yazıldı diye açıklamasına rağmen, müzekkereleri ce bu şekilde hazırladı. Söz konusu davanın resmen 23 Mayıs'ta açılmış olmasına rağmen Ankara Emniyeti'nden 2 gün önce gelen yazıda, davanın esas numarasının yer aldığı da anlaşıldı. Gülmen ve Özakça, bu dava gerekçe gösterilerek 2 gün sonra tutuklandı.


13 Şubat 2017 Pazartesi


YÜZLEŞME/GÖKÇER TAHİNCİOĞLU

Ölü bombacı aranıyor!

Türk Dil Kurumu'na göre "iltisak" "kavuşma, bitişme, birleşme" anlamlarına geliyor.
Kim kiminle kavuşuyor belirsiz ama TDK'nın sitesine göre milyonlarca kez anlamı sorulan sözcük için günlük arama rakamı binleri bulmuş.
KHK'da ise şöyle geçiyor:
"..Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen..."
"Olduğunun değerlendirilmesi" oldukça geniş bir çerçeve.
Kanıt varsa mensubiyet değerlendirmesi kolay.
"İltisak veya irtibatın" içini doldurmak ise niyet işi.

* * *

3 Ocak 2017 Salı



Feci namussuz bir şey: Linç

GÖKÇER TAHİNCİOĞLU

Tanıl Bora ve Levent Cantek tarafından derlenen, İletişim'den çıkan "Vur Ulan Vur!-Linç Öyküleri" kitabını okurken, linçle somut olarak nerede tanıştığımı düşündüm.
"Provokasyon" sözcüğünün içi benim açımdan ilk olarak Hayata Dönüş katliamından hemen önce dolmuştu.
2000 yılında, Türkiye, en sıcak yazlarından birini geçiriyordu.
Cezaevlerinde, F tipi cezaevlerinin açılmasını önlemek için açlık grevi ve ölüm oruçları gerçekleştiriliyor, mahkumlar adım adım ölüm sınırına yaklaşıyordu.
Günlerdir gergin bir bekleyiş içinde olan mahkum aileleri Kızılay'daydı.
Maksatları Adalet Bakanlığı'na yürümek, taleplerini iletmek ve olası bir operasyonu engellemekti.
Ortam gergin, çok gergindi.
Daha bir gün önce İstanbul'da polis aracına saldırı olmuş, 2 polis yaşamını yitirmişti.
Polislerin cenazesinde onlarca polis silahlarını havaya kaldırarak yürümüş, kendi müdürlerini "elimizi rahat bırak" diyerek protesto etmiş, sloganlar atmıştı.
Her şey ama her şey alışılmadıktı.