9 Haziran 2013 Pazar

9 Haziran 2013

Merkez kaç

GÖKÇER TAHİNCİOĞLU

Küçücük, kimselerin bilmediği bir kasabadan çıkıvermişti. Arabaların bile çıkamadığı o yollardan çıkıp gelmenin ne kadar değerli olduğunun farkında bile değildi.
Kocaman erkekler ordusunun, kocaman değer yargılarını yıkarak, sislerin arasından sıyrılarak, canı acıyarak, hırslanarak ve anlamayarak.
Çıkmıştı ya yeterdi.
Artık, diğerleriyle eşit sanıyordu kendisini.
Eşitler arasındaki bütün yarışlara girebilirdi.


Merkez kaç

GÖKÇER TAHİNCİOĞLU

Küçücük, kimselerin bilmediği bir kasabadan çıkıvermişti. Arabaların bile çıkamadığı o yollardan çıkıp gelmenin ne kadar değerli olduğunun farkında bile değildi.
Kocaman erkekler ordusunun, kocaman değer yargılarını yıkarak, sislerin arasından sıyrılarak, canı acıyarak, hırslanarak ve anlamayarak.
Çıkmıştı ya yeterdi.
Artık, diğerleriyle eşit sanıyordu kendisini.
Eşitler arasındaki bütün yarışlara girebilirdi.
Madem ki kapitalist dünya yarışmayı zorunlu kılıyor ve herkes bir biçimde yaşayabilmek için yarışıyordu, adalet için en azından eşit koşullarda yarışmak önemliydi.
Yarışa ne kadar da arkadan başladığını bilemeden koşmaya başladı.

Koşmanın, sadece koşmanın bile değerli olduğu, bir değer elde edebilmek için illa da öyle birinci olmanın gerekmediği iklimlerin ruhu vardı üzerinde. O koşsun, zaten birileri hakkını verirdi.
Adalet buydu.
Öyle sanıyordu.
Yarışmaya katılmak koşmak demekti.

Kimse hakkını vermedi.
Önleri doğuştan açık olanlar, büyük laflar, büyük sloganlarla ve küçük adımlarla sakin sakin yürürken, nefes nefese koşmak ve sadece orada olabilmek için ölesiye ciğerlerini paralamak zorunda olan bir ordu insan ömrünü veriyordu arka sıralarda.
Bir yerde bulunmak için bir şey yapması gerekmeyenler, arada bir bakıp dudak bükerken arkaya ve sıkı sıkı yapışmışlarken konforlu koltuklara ve konforlu koltukları sadece doğuştan şanslı olanlara bırakabileceklerine ilişkin kurallar icat ederken ve sloganlar atarken o acayip kurallar adına, nefesleri tükenmek üzere olanlar, uzağa doğru bakıyordu bir hayal kırıklığıyla.

O koltuklara oturma şansı olmadığı için evlendirilen, o koltuklara oturma şansları olmadığı için öldürülen, o koltuklardan pek azına razıyken hapsedilen bir yığın insan, ellerini tutabilecekleri sandıkları insanlara son bir umutla bakıp, sessiz bir gururla, son bir çareyle adım atıyorlardı. Boşluğa atılan o adım, yarışmanın onlar için sonuydu.
Hala yarışmaya çalışanların ise umutsuzluğu.

Kimse hatırlamaz, hatırlamak için bilmek lazım ve kimse bilmez o küçük kasabadan çıkan kızın sonunu.
Haber değeri verilmeyen bir intihar, bir unutulmuşluk öyküsüydü.
Yenilip de, çıkarken nasıl çıktığını bilmediği o kasabaya dönmesi gerektiğinde, dönmemeyi tercih etti sessizce.
Bir otel odasının karanlık ve kirli yatağında kaldı geleceği.
2001'di, kimselerin umursamadığı o gece.

Şimdi, yaşam tarzları nedeniyle mücadele eden onca insan nasıl derdini anlatamadığını hayretle karşılıyorsa.
Nasıl yaptıklarının mahkum edildiğine, nasıl yorumlandığına şaşkınlıkla bakıyorlarsa, Belkıs da öyle bakıyordu anlaşılmamasına.

Çünkü iktidarın zehri, merkezde bulunanları sarhoş ettiğinde ve merkezdekiler acımasızca kurallarla kendileri dışındaki her şeyi mahkum ettiğinde birikiyor bir öfke.
Bir gücü biriktirip de alabildiğinde iktidarı bu kez kendisi zehir saçıyor diğerlerine.
Ya da küçük küçük iktidar alanları bulanlar, kaybetmemek için ölesiyle çarpışıyor o alanları bırakmamak için doğuştan talihsizlere.

İktidarı amaçlamayanlar, kural koyma şansı ve ihtiyacı olmayanlar ise hep bir gaz bulutu içinde.
Soluklanabilecek bir liman, tutabilecek bir el ararken karanlıkta, boğulup kalıyorlar iktidar kibrinin merkezinde.

Belkıs, yaşayabileceği işi bulamadığı için dönmek zorunda kalacakken o kasabaya, gitti. Gitmeyenler ise dönmek zorunda kaldı kasabaya ya da bir mutsuzluğa mahkum edildi.
Birer araştırma konusu olmaları yeterdi oysa diğerlerine göre.
İstemeleri fazlasını, gereksizdi.
Ama işte adalet için direnmek, fazlasıyla insaniydi.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder